16 Mayıs 2009 Cumartesi

Bu küçük odada mühürlüyoruz sessizliği… Sen ve ben, birlikte…
Pencerenin öbür yanına bezenmiş uyanık ormandan serseri bir fındık ağacını seçip söylediği şarkıları dinliyoruz… Sessizsin sen… Kımıldanıyorum bense… Mırıldanışları susamış dudaklarıma taşıyarak…
Kan, kaya, karanfil ve yanık tadı…
Ağaçtan yükselen ya da teninden bulaşan… Hala küçük bir kızsın, biliyorum…
Yüreği ezik biraz, zavallı… Ayaklarını kayalıklarda büyütmüş…
Gölgende can eriklerinin kokusu…
Yorgunluktan olsa ne çıkar, sözcüklere veremediğin itki? Hem ne gerek var ki konuşmaya zaten, gözlerin gözlerimi kavurduğunda çoktan…
Sen ve ben bir bütün olduktan sonra… Giysilerden köklere kadar… Sudan, tuzdan ve kalçalardan bir bütün…Ben sen, sen ben oluncaya kadar…
Ne çıkar?
Bırak yıkalım tüm heykelleri… Tırmanalım fildişinden kulelere… Eski büyülerden bir yudum içmeye…
Odamda yosun, cılız sarı bir ışık ve çamur…
Sütunlarının arasında hangi gölgeli karanlık belirir? Hangi günaha davetkâr?
Dağlarından, nehirlerinden taşan dişi alevin yakar küçük sonsuzluğumu… Ve gökyüzümdeki yıldızlardan saçılan ışıkta senin isin, senin sesin… Gölgende bal gibi yanan ışıkta… Bal rengi evrenim…
Bir dilim çavdar ekmeği ve yanında köpüklü şarap gibi…
Gel bu küçük odama… Mavinin anlık ateşini çal… Gör iklim suyunun kirazlarını…
Gelirsen atarım okyanuslarımın tüm anahtarlarını…
Küflü kadehlerden içtiğimiz şaraplar, ayak izlerini sürükleyerek düşüyor dünün peşine…
Kırık dökük eşyalar…
Yönsüz ruhlarımız… Kayıp bir tekne gibi gezinen…
Yastık tüyleri ve kırışık çarşaflar etrafa saçılmış… Piyanonun tiz sesleri…
Sar beni tutuşmuş ağzınla… Ya da yak geceden gözlerinle…
Ama izin ver bu gece yüzeyim, uyuyayım adının üzerinde…

15-05-09 / Kırışık çarşafların içinde

Hayatına Kıyısından Dahil Olduğum Kız Çocuğuna

Korkmuyordum…
Tırnak aralarıma giren topraktan ya da etrafımda umarsızca dolaşan küçük canlılardan…
Biraz daha derine inince değdi elim mermer gibi soğuğa, çürümeye yüz tutmuş küçük tahta kutuyu telaşsız bir heyecanla çıkardım gizlendiği yerden… Asırlardır oradaymış gibi… Sanki asla gün ışığını görmeyecekmiş gibi…
Paslı kilidinden ya da küçüklüğünden ötürü çok şey beklemiyordum ondan, ne verebilirdi bana –sahi kocaman dünya ne vermişti sana-, titreyen parmaklarımla biraz zorlanarak açtım… Dedim ya paslıydı, ancak kilitlenmeden öylece konulmuştu, pür bir telaşla… Uzun zaman önce… Asırlar gibi…
Yazdığın, çizdiğin, bozduğun ne varsa, tüm yaşanmışlıkların, her bir rengin, en çok da birbirine karışanlar… Ve yeşil… Mavi… Çocukluğuna karışmış tiner kokusu, oduncu gömlekleri, kırmızı ruganlar ve merdivenlerinden dönerek çıkıp kayan penguenler… Hepsi içinde… Hepsi… Unutmaya yüz tuttuğun ya da çoktan unuttuğun ne varsa… İçinde…
Ve ben kocaman zeytin gözlerimi dikmiş senin olan her şeye, sana bakıyorum… Hayranlık, sevgi, şefkat… Barındırdığım duyguların derinliği mi yoksa çokluğu mu daha çok korkutuyor beni, bilmeden… Nereden geldiğine anlam veremediğim bir duygu bu… Mavinde, siyahında, kızılında beliren…Tıpkı yıllar önceki gibi, hiç bozulmamış mimikler bu gördüklerim, nasıl yapabildin bilmiyorum, biz hepimiz betonarme hayatlara çakılıp kalmışken… Belki de ondan tüm bu ardına saklanmak isteyişim… Yoruluşumdan… Asırlardır süregelmiş gibi hayattan… Kırkyama eteğinin ardına saklanmak istiyorum… Dertsiz… Tasasız… Ve usulca bir türkü tutturmak… Dudaklarım kavruk, etrafta yasemin kokuları… Küpe çiçeğinin zarafetine karışmış…
Bakışların sıcak…
Ada, yağmur ve çocuk sesleri gibi… Şöminede kendi haline bırakılmış, küllerine dönen birkaç fotoğraf… Taş evin soğuğunu sen de duyuyor musun hücrelerinde? Biraz kahve likörü, içini ısıtacak… Ve kararmaya yüz tutmuş gümüş tablasından çıkardığın bir sigara…
Geçmişle ya da kendinle hesaplaşmaya başlıyorken… Kollarından yatak demirlerine bağlanmış kadar gerçekken hayat… Ve o kadar sabitken geçmişin… Üzerinde çok da fazla kafa yorma… Yazdın, çizdin, bozdun, küstün, ağladın… Hepsi geride kaldı, asırlar gibi…
Artık çok büyümüşsün de yüksek tavanlar aslında o kadar da yüksek değilmiş gibi…
Her şey küçülmüş de bacaklarının arasından akıyormuş gibi…
Bir başka muayyen gün hikayesi…

15-05-09 / Herhangi bir yer

Güzel Atlar Ülkesi

'Güzel Atlar Ülkesi' nden yerine ulaşabilen kaçamak bir bakıştı benimki, kimse fark edemesin diye -ki kimse senin gibi anlayamazdı da zaten- zeytin gözlerimi sana çevirdiğim bi an.. Kırmızı güzel yanaklarına dokunduğum andı.. Peri bacalarının, balçık kadehlerin, at yelelerinin, papatyaların, vanilya kokulu şalının arasından sızan bi meltemle, senin melteminle yasemin kokusunu taşıdı bedenime.
Titredim..
O andan sonra seni düşünerek tebessüm ettim, gördüğüm kadehlerde seni içtim, sigaram en güzel yerinde bitmedi, devam ettim..
İspanyol ritmli İbranice şarkılar kulağıma fısıldadılar, ardından Jehan belirdi gözlerimde, öylesine... Seni dinliyordum artık parmak uçlarım yanıyordu saçlarım da alev alevdi, tarçın rengi olmuştum.. Vazgeçemedim, devam ettim..
Yine..
Seninle..
Gökçeada, Ağva, Kapadokya.. Sana gelen yolları biçimsiz taşlar, biçimli dağlar, alkol kokulu dereler, siyah çarşaf görünümlü göller adıyla kapamıştı.. Ama lüzumu yoktu üzülmenin, sadece senin anlayabilceğin biçimiyle, sadece senin..
Yak bi tane..
Yanında vanilyalı likörle..

Fırça İzlerinde İki Kız Çocuğu

Gergin parmaklarımın ucundaki sigarayla yakıp eritsem tüm düğümlerini… Çözülsen… Üzerime… Bütünüyle sen gibi…
Kırmızı ruganlarının topuğuyla ezdiğin geçmiş, biraz paslı belki ya da kırık biraz, bırakmaz mı peşini? Bana gelen yollar hala mı taş, yüzlerimiz toz duman, dudaklarımız soyulmuş, tarçın rengi?
Pencereden vuran ışığın yaktığı tenim ve zeytin gözlerin… Kirpiklerim bakışlarının sıcaklığından kavruk… Ufak bir tebessüm, asla dile gelmeyecek sözler, birbirini anlayan iki kadın… Vişneli sigaraların kokusuna karışan buhur, biçimli parmaklarını usulca gezdirdiğin mum alevi…
Jehan dinliyor ve kendimizi tutkuya aç etimizin itkisine bırakarak, giysilerimize karşın, çırılçıplakmışçasına vücutlarımızı -kim bilir belki de ruhlarımızı- dağlıyoruz… İki bacağımız arasına gizlediğimiz kadınlığımız… Daha ne kadar gizli kalabilirdi ki olduğu yerde? Her yer kanla, terle, korkuyla ıslanmışken… Ve kırışık siyah çarşaflar…
Vanilya kokusuna bulanmış şalım elinde… Uyuyorsun… Baktığım yerden görebildiğim bir de bulut var… Kocaman, beyaz… Yumak yumak…. Ya da yumuk yumuk…Babaannemin elleri gibi…. Çocukluğum, çocukluğun gibi… Sudaki yansımalarımız gibi… İnce çöplerle bulandırdığımız…
Yataktaki küçük kıpırdanmalar… Farkında olunmayan bir iç çekiş… Sana sarılıyorum… Sana sarılırsam… Çocukluğumdayım…Çocukluğum... Evde kimse yokken koridorlarında yalın ayak dolaştığım, buz gibi mermeri duyumsadığım çocukluğum…

13-05-09 / Ağva