23 Aralık 2009 Çarşamba

Tüyler, Çarşaflar ve Yetişkinler İçin Ninniler

Sessizlik büyüyor.Sessizlik çok fazla büyüyor. Üstelik bu sessizlik ben çocukken, akşamüstleri yazlığımızın bahçesinde oturmuş, sıcaktan iyice gevşeyen çamaşır iplerinden topladığım renk renk mandallarla oynarken içinde bulunduğum sessizliğe hiç benzemiyor. Ürkütüyor.
Çocukken en iyi arkadaşlarım mandallardı, bir de çoktan tedavülden kalkmış bozuk paralar. Mandallar uçan araba, paralar bu dünyadan gitmek isteyen insanlardı. Işık hızına kaptırır yollardım onları. Koltuğun altına kaçanlar geri dönmezdi asla, gelenler elimde pas kokusu bırakırdı. Severdim o kokuyu, dedemle gittiğimiz çocuk parklarında, dedem beni son sürat sallarken, başımı geriye atmış bulutlara bakarken de aynı paslı demir kokusu sinerdi ellerime.

Yıllar sonra bir adam öptü beni, dudaklarım kanadı, aynı tat vardı. Boynum morardı, kasıklarım acıdı.

Hiçbir süslü elbisemi sevmedim, en sevdiğim giysim pazardan zorla aldırdığım turuncu fitilli kadife pantolondu. Ceplerim hep iğde doluydu, tek katlı evin çatısına gizlice çıkıp aşırdığım günkuruları bir de. Önce evden kaçan kedime küstüm, sonra ölen dedeme. En son da lülelerinden sıkılıp pırasa gibi uzamaya başlayan saçlarıma. Bir gün kaktüsüm çürüdü, çok su vermişim meğer. Çocuk aklımla topladım eşyalarımı, gidiyorum ben dedim sinirli sinirli babaanneme. Gözlerim dolu doluydu üstelik.

Kapısını çaldım o adamın, apartmanın otomatik ışıkları sönmüştü. Yer döşemesinden yansıyan ayak seslerini duydum. Yalın ayaklar. Kapının ardında hırıltılı bir nefes, deliğe yaklaşan bir göz. Kapı açıldı sonra, içeri girdim.
Karşılıklı oturduk, konuşmadan. Yerlerde aynı halılar, duvarlar aynı renk, aynı eski mobilyalar. Değişime ayak uydurmak gerek diye geçirdim içimden. Değişen dünyaya, mobilyalara, hayatlara, yatağı paylaştığımız bedenlere.
Sevişmek istedi. İstemedim, korktum.
Teninin ısısından, kokusundan, uyumaktan, şarkı söylemekten, boşalmaktan, uyanmaktan korktum.
Bir odada uyumaya çalıştım tüm gece, döndüm duydum yatakta, sigara içtim, sağ yanı kırık aynada torbalanmış göz altlarıma, çocuk cılızlığıma baktım.
Uyumuşum sonra. Uyanmam için hiçbir neden yokmuşçasına uyumuşum.
Sabah geldi, uyandırdı beni.
Ağzı açılmamış valizime baktı. Yerleşmemişsin, dedi.
Gideceğim, dedim.
Nereye olduğunu bilmiyordum ama gidecektim.
Değişmeyen şu mobilyalar yüzünden, sokak satıcılarının bağırtıları, gökkuşağının kayıp renkleri, çocukluğum, ölen herkes yüzünden gideceğim, dedim.

Herkes ölüyordu; ama adam hala karşımdaydı.
Eşyalarımı aldım, çıktım, ondan kaçıyordum. Vapurlardan, uğultulardan, ayakkabı boyacılarından, tüm fahişelerden kaçıyordum.

Peşimden gelmedi.
Bu kez ortada morarmış bedenleriyle iki ölü vardı.

Mercan Dudaklarımda Rüzgarın Islığı

'Yazı mı tura mı?' sorusuna vereceğim cevap kadar kolay olsaydı eğer seçimim, tura derdim. Para havada birkaç takla atar sonra düşerdi elime, tersini çevirir bakardım, tura gelirdi. Hiç sorgulamazdım nedenini, şans derdim ya da bir süregelmişlik.
Oysa şimdi tam da yol ayrımında durmuş, ayaklarımın beni nereye sürükleyeceğini merak ediyorum. Yazı turaya verir gibi net bir cevabım yok. Üstelik bu kez şans param da cebimde değil. Güçsüz ayaklarımın yüklendiği bedenimin tepesinde asılı duran kafam artık daha fazlasını kurmak istemiyor. Bocalamak yorucu, boşvermişlik duygusu kaplıyor her yanımı, akışına bırakıyorum.
Kılını bile kıpırdatmadan içinde bulunduğu duruma dışardan bakmak ilginç bir şey. Olacakları kestirebilsen bile haberin yokmuş gibi davranmak, tıpkı iki okey oyuncusunun arasına oturmak gibi, birinin diğerinin ara taşını atışını seyretmen ama müdahale edememen gibi. Oysa ben bu sefer hiçbir şeyi kestiremiyorum, bütünüyle boşluk.Akışına kapılmak dedim ya, rüzgara kapılmak gibi biraz.
Yanaklarım kızarmışken, saçlarım uçuşuyorken, gözlerim iyice kısılmış ama ben kahkaha atıyorken çektiğin fotoğrafım kadar gerçek. Siyah beyazken daha güzel olur dediğin zamanki kadar -ki aslında hiç istememiştim mürdüm şapkamı grinin boğuk bir tonunda- sıkıcı. İnan buna, olayları akışına bırakınca da sıkıcı olabilir, mesela bunu sık sık yapıyorsan. Artık hayat kendi planlarını senin üzerinde ustaca uyguluyorsa, sesini çıkaramıyorsan ve kendini ipin ucundaki kukla gibi hissediyorsan.
Oysa eskiden bu değildik, fikirlerimiz vardı, karşı koyduklarımız, bir battaniyenin altında birbirine sokulan bacaklarımız vardı.
Biz çok geride kaldık.
Kitaplarda altını çizdiğimiz cümleleri birbirimize okumayı bıraktığımız, belki de çubuk kraker paketinin dibine birikmiş susamları ağzımıza doldurmaktan zevk almadığımız gün bitmişti aslında her şey. Siyahla beyaz arasında gidip gelmeye başlamıştık, grinin her tonuna bata çıka, yüzümüz gözümüz çamur içinde, birbirimize el uzatmadan, sen artık içime girmeden. Aynı yatakta yüz yüze değil de sırt sırta yatmanın tadını almıştık bir kez, dönmek olmazdı. Yüz yüze gelmek yüzleşmekti, gücüm yoktu, cesaretin var mıydı?
Nefesini hissetmeden uyumak ne kadar zor olabilirdi, çocukken elimi yaktığım sobadan ya da ağzıma attığım bir avuç cin biberinin verdiği acıdan daha fazla olabilir miydi? Asla Paris fotoğraflarıyla donatmadığımız beyaz duvarlara bakmak, saatler boyu... Beyaz artık saflık değil, boşluktu, suratımda büyüyen, halka halka yayılan, beni içine çeken.
Rüzgara kapılıp gitmek böyle bir şeydi. Bir zamanlar kadraja benimle birlikte gülümseyen rüzgar... Bunu fark etmek ellerinde büyümüş birini toprağa vermek gibiydi, böyle keskin dönüşleri yaşamak yontuyordu belki de en sivri köşelerimizi. Fakat ne olursa olsun bazı değişimler kabul edilemiyor, tıpkı rüzgarın acımasızlığını kabul edemeyişim, artık ısıtmadığın tenimi görmek bile istemeyişim gibi.

Kağıt Kokulu Çocuk

İnsan yüreğinden başka hiçbir yerde sessizliğin olmadığı bir yer burası. Kalabalık sokakları, ışıl ışıl geceleri, güzel kadınları ve yüksek sesli müzikleriyle artık gücümün yetmediği şehir.Tek istediğim düşlerimin kağıttan evine gitmek. Eski Rum evleri gibi biraz. Sıvaları dökülmüş, soğuk. Yalın ayaklarımla betonun soğuğunu hissetmek istiyorum sadece. Soğuğu hissedersem eğer, yaşadığıma inanabilirim.
Babaannemin kaynattığı çubuk tarçının kokusu saçlarıma sürdüğü kınanın kokusuna karışmıştı. Midem. Sıkıştı, yumruk yumruk... Boğazıma bir şey düğümlendi, ağlayamadım.Sonra şeftali getirdi babaannem, yiyemedim, kızdı. Dedem ölmeden önce şeftali istemişti bizden, yetiştirememiştik. Bu yüzden yiyemediğimi söyleyemedim ki. Oturduğumuz taş gibi divanın sol ucuna baktım, boş... Dedem otururdu orada, şimdi boş. Başımı kaldırıp babaannemin yüzüne baktım.

- İnsanlar ölünce nereye giderler babaanne?
- Bir başka ülkeye.
- Gökyüzü mavi midir peki orada da?
- Öyledir herhalde.
- Peki çocuklar ölünce nereye gider?
- Çocuklar ölmez.

Yalan söylemişti babaannem bana, daha o öğlen bahçede çocuk karıncaları öldürmüştüm ben. Önce elimdeki sopayla yollarını tıkamış sonra da renkli sandaletlerimle ezmiştim onları. Bir kez daha sordum babaanneme.

- Çocuklar ölünce nereye gider?
- Boşluğa karışırlar. Küçük kuşlar gibi kollarını açıp uçar onlar.
- Öyleyse hep ölsün çocuklar, uçsunlar.

Kendimi bembeyaz kanatlarla -kuzenimin okuma bayramında taktığı melek kanatlarıyla- hayal ettim, elimde elma şekeri, uçarken. Babaannemin zorla kına yaktığı saçlarıma rağmen mutluydum. Pembe bulutların içinden geçip yemyeşil kentlere baktım. Bir baloncu, yaşlanmış bir maça kızı bir de pazar tezgahında mürdüm erikleri gördüm.
Ama gökyüzü dünyamıza dahil değildir. Ve şimdi dedemin köstekli saati elimde, toprağı eşeler gibi kendime zamanın içinde bir yer arıyorum. İnce damarlı yaprakların, uçsuz bucaksız denizlerin, ağaçlardan fışkıran bal rengi özlerin olduğu bir yer ya da bir zaman. Çocukluğumu saklamak istiyorum, bez bebeğimi, babaannemin bahçeye kurduğu minderli salıncağımı ve dizlerimdeki yara izlerini; dedemin eski fotoğraf makinesinden çıkan soluk renkli bir fotoğrafmış gibi.

16 Mayıs 2009 Cumartesi

Bu küçük odada mühürlüyoruz sessizliği… Sen ve ben, birlikte…
Pencerenin öbür yanına bezenmiş uyanık ormandan serseri bir fındık ağacını seçip söylediği şarkıları dinliyoruz… Sessizsin sen… Kımıldanıyorum bense… Mırıldanışları susamış dudaklarıma taşıyarak…
Kan, kaya, karanfil ve yanık tadı…
Ağaçtan yükselen ya da teninden bulaşan… Hala küçük bir kızsın, biliyorum…
Yüreği ezik biraz, zavallı… Ayaklarını kayalıklarda büyütmüş…
Gölgende can eriklerinin kokusu…
Yorgunluktan olsa ne çıkar, sözcüklere veremediğin itki? Hem ne gerek var ki konuşmaya zaten, gözlerin gözlerimi kavurduğunda çoktan…
Sen ve ben bir bütün olduktan sonra… Giysilerden köklere kadar… Sudan, tuzdan ve kalçalardan bir bütün…Ben sen, sen ben oluncaya kadar…
Ne çıkar?
Bırak yıkalım tüm heykelleri… Tırmanalım fildişinden kulelere… Eski büyülerden bir yudum içmeye…
Odamda yosun, cılız sarı bir ışık ve çamur…
Sütunlarının arasında hangi gölgeli karanlık belirir? Hangi günaha davetkâr?
Dağlarından, nehirlerinden taşan dişi alevin yakar küçük sonsuzluğumu… Ve gökyüzümdeki yıldızlardan saçılan ışıkta senin isin, senin sesin… Gölgende bal gibi yanan ışıkta… Bal rengi evrenim…
Bir dilim çavdar ekmeği ve yanında köpüklü şarap gibi…
Gel bu küçük odama… Mavinin anlık ateşini çal… Gör iklim suyunun kirazlarını…
Gelirsen atarım okyanuslarımın tüm anahtarlarını…
Küflü kadehlerden içtiğimiz şaraplar, ayak izlerini sürükleyerek düşüyor dünün peşine…
Kırık dökük eşyalar…
Yönsüz ruhlarımız… Kayıp bir tekne gibi gezinen…
Yastık tüyleri ve kırışık çarşaflar etrafa saçılmış… Piyanonun tiz sesleri…
Sar beni tutuşmuş ağzınla… Ya da yak geceden gözlerinle…
Ama izin ver bu gece yüzeyim, uyuyayım adının üzerinde…

15-05-09 / Kırışık çarşafların içinde

Hayatına Kıyısından Dahil Olduğum Kız Çocuğuna

Korkmuyordum…
Tırnak aralarıma giren topraktan ya da etrafımda umarsızca dolaşan küçük canlılardan…
Biraz daha derine inince değdi elim mermer gibi soğuğa, çürümeye yüz tutmuş küçük tahta kutuyu telaşsız bir heyecanla çıkardım gizlendiği yerden… Asırlardır oradaymış gibi… Sanki asla gün ışığını görmeyecekmiş gibi…
Paslı kilidinden ya da küçüklüğünden ötürü çok şey beklemiyordum ondan, ne verebilirdi bana –sahi kocaman dünya ne vermişti sana-, titreyen parmaklarımla biraz zorlanarak açtım… Dedim ya paslıydı, ancak kilitlenmeden öylece konulmuştu, pür bir telaşla… Uzun zaman önce… Asırlar gibi…
Yazdığın, çizdiğin, bozduğun ne varsa, tüm yaşanmışlıkların, her bir rengin, en çok da birbirine karışanlar… Ve yeşil… Mavi… Çocukluğuna karışmış tiner kokusu, oduncu gömlekleri, kırmızı ruganlar ve merdivenlerinden dönerek çıkıp kayan penguenler… Hepsi içinde… Hepsi… Unutmaya yüz tuttuğun ya da çoktan unuttuğun ne varsa… İçinde…
Ve ben kocaman zeytin gözlerimi dikmiş senin olan her şeye, sana bakıyorum… Hayranlık, sevgi, şefkat… Barındırdığım duyguların derinliği mi yoksa çokluğu mu daha çok korkutuyor beni, bilmeden… Nereden geldiğine anlam veremediğim bir duygu bu… Mavinde, siyahında, kızılında beliren…Tıpkı yıllar önceki gibi, hiç bozulmamış mimikler bu gördüklerim, nasıl yapabildin bilmiyorum, biz hepimiz betonarme hayatlara çakılıp kalmışken… Belki de ondan tüm bu ardına saklanmak isteyişim… Yoruluşumdan… Asırlardır süregelmiş gibi hayattan… Kırkyama eteğinin ardına saklanmak istiyorum… Dertsiz… Tasasız… Ve usulca bir türkü tutturmak… Dudaklarım kavruk, etrafta yasemin kokuları… Küpe çiçeğinin zarafetine karışmış…
Bakışların sıcak…
Ada, yağmur ve çocuk sesleri gibi… Şöminede kendi haline bırakılmış, küllerine dönen birkaç fotoğraf… Taş evin soğuğunu sen de duyuyor musun hücrelerinde? Biraz kahve likörü, içini ısıtacak… Ve kararmaya yüz tutmuş gümüş tablasından çıkardığın bir sigara…
Geçmişle ya da kendinle hesaplaşmaya başlıyorken… Kollarından yatak demirlerine bağlanmış kadar gerçekken hayat… Ve o kadar sabitken geçmişin… Üzerinde çok da fazla kafa yorma… Yazdın, çizdin, bozdun, küstün, ağladın… Hepsi geride kaldı, asırlar gibi…
Artık çok büyümüşsün de yüksek tavanlar aslında o kadar da yüksek değilmiş gibi…
Her şey küçülmüş de bacaklarının arasından akıyormuş gibi…
Bir başka muayyen gün hikayesi…

15-05-09 / Herhangi bir yer

Güzel Atlar Ülkesi

'Güzel Atlar Ülkesi' nden yerine ulaşabilen kaçamak bir bakıştı benimki, kimse fark edemesin diye -ki kimse senin gibi anlayamazdı da zaten- zeytin gözlerimi sana çevirdiğim bi an.. Kırmızı güzel yanaklarına dokunduğum andı.. Peri bacalarının, balçık kadehlerin, at yelelerinin, papatyaların, vanilya kokulu şalının arasından sızan bi meltemle, senin melteminle yasemin kokusunu taşıdı bedenime.
Titredim..
O andan sonra seni düşünerek tebessüm ettim, gördüğüm kadehlerde seni içtim, sigaram en güzel yerinde bitmedi, devam ettim..
İspanyol ritmli İbranice şarkılar kulağıma fısıldadılar, ardından Jehan belirdi gözlerimde, öylesine... Seni dinliyordum artık parmak uçlarım yanıyordu saçlarım da alev alevdi, tarçın rengi olmuştum.. Vazgeçemedim, devam ettim..
Yine..
Seninle..
Gökçeada, Ağva, Kapadokya.. Sana gelen yolları biçimsiz taşlar, biçimli dağlar, alkol kokulu dereler, siyah çarşaf görünümlü göller adıyla kapamıştı.. Ama lüzumu yoktu üzülmenin, sadece senin anlayabilceğin biçimiyle, sadece senin..
Yak bi tane..
Yanında vanilyalı likörle..

Fırça İzlerinde İki Kız Çocuğu

Gergin parmaklarımın ucundaki sigarayla yakıp eritsem tüm düğümlerini… Çözülsen… Üzerime… Bütünüyle sen gibi…
Kırmızı ruganlarının topuğuyla ezdiğin geçmiş, biraz paslı belki ya da kırık biraz, bırakmaz mı peşini? Bana gelen yollar hala mı taş, yüzlerimiz toz duman, dudaklarımız soyulmuş, tarçın rengi?
Pencereden vuran ışığın yaktığı tenim ve zeytin gözlerin… Kirpiklerim bakışlarının sıcaklığından kavruk… Ufak bir tebessüm, asla dile gelmeyecek sözler, birbirini anlayan iki kadın… Vişneli sigaraların kokusuna karışan buhur, biçimli parmaklarını usulca gezdirdiğin mum alevi…
Jehan dinliyor ve kendimizi tutkuya aç etimizin itkisine bırakarak, giysilerimize karşın, çırılçıplakmışçasına vücutlarımızı -kim bilir belki de ruhlarımızı- dağlıyoruz… İki bacağımız arasına gizlediğimiz kadınlığımız… Daha ne kadar gizli kalabilirdi ki olduğu yerde? Her yer kanla, terle, korkuyla ıslanmışken… Ve kırışık siyah çarşaflar…
Vanilya kokusuna bulanmış şalım elinde… Uyuyorsun… Baktığım yerden görebildiğim bir de bulut var… Kocaman, beyaz… Yumak yumak…. Ya da yumuk yumuk…Babaannemin elleri gibi…. Çocukluğum, çocukluğun gibi… Sudaki yansımalarımız gibi… İnce çöplerle bulandırdığımız…
Yataktaki küçük kıpırdanmalar… Farkında olunmayan bir iç çekiş… Sana sarılıyorum… Sana sarılırsam… Çocukluğumdayım…Çocukluğum... Evde kimse yokken koridorlarında yalın ayak dolaştığım, buz gibi mermeri duyumsadığım çocukluğum…

13-05-09 / Ağva

27 Nisan 2009 Pazartesi

Sallanan Koltuk

Yeşil döşemeli, oymalı kakmalı, antika sallanan koltuğumda oturmuş bir ileri bir geri giderken tırnaklarımı kemiriyordum. Ne kemirmesi canım, düpedüz yiyordum işte! Yaktığım sandal ağacı tütsüsü odama huzur dolu, dingin bir enerji armağan ediyordu. Birkaç metre ilerdeki bilgisayarımdan beni hipnotize edebilecek denli sakin, yalın bir melodi yükseliyordu. Playlistimde tek şarkı vardı. Sıkılmıyordum hep aynı şarkıyı dinlemekten, büyüleyici olduğunu düşünüyordum aksine. Tıpkı yapmam söylendiği gibi bir öne bir arkaya gidip geliyordum belli bir ritimde, koltuğun meşe ağacından yapılmış kızak ayakları üzerinde, David Carbonara Babylon u seslendirirken. Aniden midemin ağzımdan çıkacağı gibi bir hisse kapıldım ve yaşandığı taktirde bu tarz sevimsiz bir olaya şahit kalmamak için gözlerimi sıkıca yumdum....İyi törpülenmemiş tırnaklarını etimin en derinine sokup göğsümü yırtıyor bir el. Hiç de nazik olmayan bir hareketle ruhumu söküp çıkarıyor göğsümde yarattığı boşluktan. Bir an için elin büyük mü, yoksa küçük mü olduğunu düşünmeye koyuluyor, sonra bunun çok gereksiz olduğunu fark ediyorum. "Ne önemi var" diyorum, "Ruhumu özgür kılmadı mı sonuçta". Bu esnada gözlerim hala kapalı ve midem gırtlağımda bir yerlerde takılı. Bugüne dek içinde bulunduğum bedene bu kez pek bir yukardan bakıyorum, çok şımarıkça, evet. Ama ne yapabilirim ki gördüklerimden hoşnut değilim. Bir türlü şekle sokulamamış saçlar, kemerli bir burun, suratıma eblek bir ifade katan kocaman yanaklar... Ve çok da ince giyinmişim, sahi hasta değil miydim ben?Evin içinde dolanmaya başlıyorum. Yatak odasına süzülüyorum ilk olarak sessizce, içerde neler olup bittiğini merak ediyorum küçük bir çocuk gibi. Ama beklediğimi bulamıyorum. Annem yorganı burnuna dek çekmiş yalnız yatıyor. "Kavga etmişler demek" diye düşünerek bir başka odaya geçiyorum. Hahh, babam burda işte, buluyorum onu. Üzerinde hala kot pantolonu ve gömleği var. Başının altında kuş tüyü bir yastık, üzerinde dandik bir battaniye kanepeye uzanmış uyumaktan çok sızmaya benzeyen bir eylemin doruklarında.Evin sessiz dolayısıyla da sıkıcı olduğunu düşünerek dışarı çkıyorum. Bana niyeyse pek itici, pek yapay gelen çabucak büyümeye programlanmış, site yönetiminin son hizmeti olarak ekilen rulo çimlerin üzerine uzanıyorum. Çok soğuk tabi, ürperiyorum başta. Gökyüzünü incelemeye koyuluyorum, herbir santimetrekaresine aynı özeni göstermeyi planlayarak. "İşte! Büyük Ayı" diyorum heyecanla. "Bak! Cezveye benziyor." Sonra Küçük Ayı'yı aramaya koyuluyor gözlerim ilkokuldan kalmış birkaç küflü bilginin eşliğinde. Tam da benden beklendiği gibi bulamıyorum. Çok iyi geliştirdiğim savunma mekanizmam bir güzel devreye giriyor. "Sağ gözüm 4, sol gözüm 2.5 derece miyop benim. Nasıl göreyim ben Küçük Ayı'yı. Hem o takım yıldız sönük olur, zordur bulması." Burda vurgu yaptığım şey yıldızların sönük olduğunu da biliyor olmamdır mesela. Hey Allah'ım! Ne gerek varsa sanki! Zaten yalnız değil miyim, kime tüm bu açıklamalar, kendini korumalar?Beynimde bir ampul yanıyor. Başka zaman olsa düşünmeye bile cesaret edemeyeceğim bir fikre o an bedensizliğin dayanılmaz hafifliği sayesinde yalnızca "Küçük bir yaramazlık bu sadece" diyerek kahkahayı basıyorum. Bir başka semtin lüks sayılabilecek evlerinden birinin çatı katında buluyorum kendimi birden. Gözüme çarpan ilk şeyler eğimli bir tavan ve tavandaki sürgülü küçük bir pencere oluyor. Pencereden gökyüzüne bakıyorum bir kez daha ve yine bir kez daha Küçük Ayı'yı bulamıyorum. Neyse... Duvarın dibindeki yatakta 'O' yatıyor, yarıçıplak, ağzı hafifçe yana kaymış, aralık ve sanki her an koyu kıvamlı salyası yastığına akacakmış gibi. Kesinlikle çok ahmak bir görüntü sergilediğini düşünüp işaret parmağımı ısırarak kıkırdıyorum. Ardından şortumun cebinden teneke bir kutu çıkarıyorum, açınca ortalığı keskin bir boya kokusu kaplıyor. "Ohhh!" diyerek içime çekiyorum, en sevdiğim kokulardandır da bu. Kafamı yere koyduğum kutunun içine sokarcasına eğilip bakınca gözlerime inanamıyorum, tek bir kutunun içinde nerden baksan yüz - yüz elli renk var. Aklıma birden o malum bilmece geliyor: Çarşıdan aldım bir ta... Üff, ne saçmalıyorum ben yine! Elimi atıp çalışma masasının üzerinden bir fırça alıyorum, şöyle kaliteli olanlardan. Ve ekipmanımı kullanarak tüm vücudunu rengarenk boyuyorum 'O'nun. İşim bittikten sonra birkaç adım geriye çekilip şaheserime bakıyorum gururla. Hmmm... Evet... Sanırım biraz sürrealist bir çalışma olmuş. Gittiğim Dali sergisinin bir parmağı olmalı bu işte. Sonra bir an için beynimi susturuyorum ve kalbimi kemirmeye devam eden farenin çıkardığı sinir bozucu 'fin fin fin' sesini dinliyorum. Peki neden hala devam ediyor bu lanet olası fare bana mısın demeden, 'O'nu soktuğum aptal şekle rağmen? Aman Tanrım, öfkeden deliye dönüyorum işte o an ve sıtma nöbetine tutulmuş gibi tir tir titremeye başlıyorum. Elim, kolum, bacağım ayrı titriyor.Hor görerek burun kıvırdığım 'kendi' bedenime bu kez kaptan köşkünden denize balıklama dalmışçasına giriyorum. Gözlerimi açtığımda midemin gırtlağımdan aşağı doğru kayarak yerine oturduğunu fark ediyorum. Bir "Ohhh" çekiyorum şöyle en derininden. Burnuma boya kokusu gelmiyor artık; lakin sandal ağacının uyuşturucu kokusunu da almıyorum. Bitmiş tütsünün ip gibi külünü görünce neşem kaçıyor bir an için. Ama koltuk hala sallanıyor mesela, bu iyi bir haber. Sallanıyor sallanmasına da bir eksik var: Babylon yankılanmıyor artık beynimin içinde. Yine, yeni bir öfke. Kafamı uzatıp masama bakınca bilgisayarımın ekranının kararmış olduğunu görüyorum, şarjı bitmiş olmalı.

Beş Duyu

"Birlikte çıkılan her serüven birlikte tamamlanamıyor bazen."...Fındık, bademi burukça selamlıyor mesela. Belki de nezaketen. Salonun orta yerindeki koca yemek masasının ahşap dokusundan yayılan taze fındık kokusu boydan boya camla örtülmüş duvarı aşıp beyaz çiçeklerini fütursuzca gözler önüne seren eski dostu badem ağacına bakıyor. Evet, bu kez kokular görüyor, tadıyor, dokunuyor ve duyuyor. Buram buram fındık rayihasından dalga dalga kıskançlık pompalanıyor. "Benim yemişim çok daha güzelken... Koskoca bir haksızlık bu!" diye hayıflanıyor fındık. Ağzına bademin mayhoş ve bir o kadar da nahoş tadı yayılıyor, dili üzerindeki tüm sinirler sevmedikleri bu tadı gerçekten 'sinirlenerek' karşılıyor.Aynı masada yaşadığı büyük hayal kırıklığının etkisinde bu kez kalp ritmini düzenlemiyor fındık. Aksine hızlanmış nabızlar, sıcak ve düzensiz soluklar peyda oluyor. Birbirini tanıyan iki bedene rağmen yabancı iki ruh karşılıklı oturmuş konuşmadan sohbet edebilme yetisini kazanıp kazanmadıklarını kontrol ediyor. Kadının güneş kokan bronz bedenindeki herbir lekenin yerinden haberdar adam bir zamanlar göğüs kaslarında gezinen manikürlü tırnak uçlarını özlediğini fark ediyor. Evin demir kapısını, kart sesli ördeği, seramik saksılardaki sklamenleri de... Aklına gelen her nesne hiç sevmediği turşu suyundan bir bardak daha içiriyor adama. Beyninin bu acı oyununun ne kadar sürdüğünü merak ederek büyük kadranlı Maurice Lacroix saatine şöyle bir göz atıyor.Eskimiş iplik renginden masa örtüsü limon küfüne boyalı duvara, tablolara, oraya buraya bol kepçeden yerleştirilmiş antikaların yarattığı ağır havaya inat orantısızca duruyor salonun orta yerinde. Hiçbir kuralın göz ardı edilmeden yerleştirildiği yemek takımının kusursuzluğu ise örtünün bu cüretini yerle bir etmekte gecikmiyor elbette. Tüm salon Ron Korb'un mükemmel flüt nağmeleriyle dolup taşıyor. Kadın bu sesin Mozart'ınkinden bile sihirli olduğunu düşünüyor nedense. Bu tınılar çok daha tatlı.Adam birkaç saniye içinde kenarında süzüldüğü kadehi terk ederek vaktinden çok önce kullanılmaya başlanan sandık işi örtüye yayılacak olan Poully Fumé damlasını takip ederken, kadın üst kattaki siyah saten nevresimlerin doğurduğu olgun kavun aromasının merdivenlerden kayarak kendilerine ulaşmasından evvel tabaklarındaki balıkların keskin kokusuyla tüm dikkati üzerlerine çekmesi için biryerlerde olduğuna inandığı Tanrı'ya adeta yalvarıyor. O sırada bahur bir merdiven altında gece tanrıçası Nysk'e kısık ateşte iyice demlenmiş, koyu kahkahalar attırmakla meşgul olan tanrı ölümlünün bu isteğini duymuyor bile. Uzunluğunu kendini bile bilmediği hayatında ilk kez tapınılma arzusunu üzerinden çıkarıp vestiyere bırakıyor bakır işlemeli maşrapasından aldığı haşmetli bir yudum biranın yarattığı gevşemişlikle. O esnada 'tesadüfen' oradan geçmekte olan ve içerden yükselen şehvet dolu sesleri gören tesadüfler tanrıçası Fors, tanrıça olmasının bile önüne geçemediği kadınlık duygularıyla binlerce yıllık sevgilisini bir başkasıyla yakalamış olmanın getirdiği büyük mutsuzluğu yalnızca hissetmek yerine boğazına takılan bir kıl yumağını yutarcasına büyük zorlukla, mide bulantıları eşliğinde yutuyor. Beyninin yolladığı bir cümle gözlerinden yoğun kıvamıyla akıyor:"Birlikte çıkılan her serüven birlikte tamamlanamıyor bazen."...Beş duyunun beş parmağının da beş marifetinin olduğu bu öykünün anahtar sözcükleri ise "bu kez", "şu an", "artık", "ilk defa", "bundan sonra". Karanfil aromalı bir sakızmışçasına ağzımızın içinde yuvarlayıp durduğumuz alelade sözcükler. Ve belki de "şu an" tatmaktan vazgeçip "bu kez" gördüğümüz. "Bundan sonra" dokunmayı tercih edip "artık" kokladığımız. En azından "ilk defa" aromasını duyduğumuz...

Papaz Kaçtı?

Çıtırtılar duyuyorum...Kulaklarımın yanı sıra yüzümü gözümü sağır edecek denli sessiz, büyük çıtırtılar. Dünyaya merhaba diyebilmek için kabuğunu kırmaya çalışan bir civciv gibi yüreğimin çeperine abanıyor deli kızım. Bu kez hayat için, hayata tutunmak için. Ağaçların siyah, insan suretlerinin gri olduğu yere gitmekten korkarak......Soyulmuş boyasından amber rengi kalıntıları fışkıran emektar şifonyeri acemi darbelerle vişne çürüğünün en kötü tonuna bürüdüğüm günü hatırlarken bir yandan da sıkışmış üst çekmeceyi ustaca bir hamleyle kurtarıyorum. Sapının bir yanı kırılmış kör makasın, bir zamanlar insanların nasıl olup da takabildiğine aklımın ermediği demode gözlüklerin kutularının, renk renk iplik makaralarının ardına saklanmaya çalışan ve muhtemelen annemin nefret ederek tuttuğu bayramın ilk günü nöbetlerinden birindeki 'acil' ameliyatlardan getirdiği bayandan, az kullanılmış, ikinci el bistürilerden birini papaz kaçtı oynarken daha ilk elde papazı çeken sonra da ondan bir türlü kurtulamayan o talihsiz insanların tüm bunlar yaşanmadan evvel sahip olduğu, gözlerini ışıldatan özgüvenlerinin benzeriyle alıyorum. Sanki ağzımı açsam koyu kıvamlı salyalara bürünmüş güven duygusu bardak bardak boşanacak. Elimde bu kez oldukça eğreti duran bistürinin ne denli parlak olduğunu bir yanını öbür yanına çevirirken gümüş kaplamalı dişleriyle iğrenç iğrenç sırıtan ağzını görünce iyiden iyiye anlıyorum. Yarattığı yoğun ışık art arda sıralanmış tekila shotlar gibi kafa bulduruyor bana ve beyin hücrelerimden bazıları dudaklarının kenarında kalan tuzu iyice emdikten sonra kafatasımın karanlık ve kuytu köşelerinde çoktan sızıyor. Zor da olsa hala ayakta durabilenler sayesinde doğruluğunu garanti edemeyeceğim birtakım düşüncelere saplanıp kalıyorum."Aptal!" diyorum oldukça sert bir ses tonuyla, bir vakitler mürdüm renkli, pinhan uykuya dalamayışımın suçunu kendimde bularak. Yaşanmışlıklar kabuk tuttuğunda ustaca yapılabildiği gibi acıtmadan ve kanatmadan ruhumu, suçluluk kumaşının oyalı kısmından mahrem yerlerimi de örtecek şekilde bedenimi saran bir entari dikiyorum. Artık küçük bıçak parçasını değil de kendimi suçlamayı biliyorum örneğin, kendimle ise gurur duyuyorum. "Onca bedeni ikiye ayırabiliyorsa, sigaradan simsiyah kesilmiş bir akciğere ulaşmak için açılan yolun çimentosunu dökebiliyorsa ya da bunun gibi şeyleri -ebiliyorsa (bugüne dek bir bistüri ile yapılabilecek 100 şey adlı bir yazı dizisi okumadığım için örnekleri çoğaltamayacağım); benim yüzeye yakın, yeşil damarlarımı parçalayıp atamaması" diyorum bir şeyleri idrak etmiş kişilerde gözlenen müthiş hafiflik duygusuyla ve ekliyorum "bu benim hatam. Beceriksiz aptalın tekiyim ben."...Şifonyerin kulpu kopmuş ikinci çekmecesini parmaklarımı iki yanına kanca gibi geçirip gıcırdatarak kendime doğru çektiğimde içinde en az bonbonlar, drajeler kadar masum gözüken, kutularından firar edip ahşaba yayılmış, süslenerek gittikleri bir renk karnavalı dönüşe kendilerine rastladığım hapları görüyorum. 'Hayatım'da ilk kez irkilme duygusu vücudumu saran reseptörlere dek işliyor bedenime. Başta midemi kemiren kurtçuklar yerini çürük dişli piranhalara bırakıp da ben midemin, böbreklerimin hatta rahmimin lime lime olup, geniş gözenekli cildimden pul pul dökülüşünü ucuz filmlerin özensizce çekilmiş sahnelerinden herhangi birinin tekrar tekrar canlandırılışı gibi sıkılarak izliyorum. Bedenim artık fesleğen değil, mangaldan yükselen yanık et kokuyor. Kor aleve dökülen bir kova suyun peydahladığı kara dumanlarımın içinde yönetmenin kendini bilmez sesini duyuyorum: "Kestiiiik!". Çocukluk yıllarımdan beri içinde olduğum bu masum zihin oyunlarına alışmışlığın verdiği umursamazlıkla gevrek gevrek gülümsüyorum. En yakın çocukluk arkadaşım düzgün olmayan bir altıgen. Onun elinden tutup zeytin yeşili birkaç apartmanın sakinlerinin sakinliklerini daha fazla ne kadar koruyabileceğini test etmek için zillerine basıp kaçmak için koşuyorum. En büyük yaramazlıklarımın ardından bunun ne denli masum olduğunu da artık biliyorum zaten, rahatsızlık verdiğim o insanlardan utanmıyorum. Tek başına işlenen suçların yükünü de tek başına omuzlaması gerektiğini görüyorum insanların. Beynimin beni neden üzmek istediğine bir türlü anlam veremeyerek ikinci çekmecenin bana getirdiklerini düşünmeye başlıyorum acı acı. Ağzımda biber tadı.Cenin pozisyonunda yattığım yataktan karın ağrısıyla kenidimi yere atıyorum. Sürünerek cama ulaşıyorum ve soğuk hava yüzünden buz tutmuş cam karşısında yeşil, buruşuk suratımda boncuk boncuk ter damlalarıyla dua etmeye çalışırken yürek değil ama kulak parçalayan çığlıklarım, sağ mı yoksa sol mu olduğunu şu an hatırlayamadığım titrek elimle camı açışım, kar topu oynayan arkadaşlarıma sesimi duyurabilme çabalarım... Kahkahalarının arasında eriyen bağırtılarım ve göz göre göre ölümüme neden olacaklarının yarattığı haklı sinirle (çünkü ben asla intihar etmemiştim ya(!), öldüğüm takdirde suç onların olacaktı) onları ebelerine dek anışım. Hastanede gırtlağımdan aşağı dokularımı zedeleyerek inen matkap tadındaki boru. Acı. Ben küheylan gibi naralar attığımı sandığım sırada yalnızca kedi yavrusu gibi iniltiler çıkarmış olduğumu öğrendiğim an -ki bu en kötüsüydü-, ambulanstan yayılan siren sesleri, ıslak çoraplarını değiştirmek için odaya gelen arkadaşım, şırınga, yerde yatan hantal bedenim, beyaz önlükler (Ciddi bir zaman kayması yaşıyorum işte bu sefer de!)......Yaşam... Çok kararlı olduğunu sandığın bir anda sırf suç ortaklarının yataklık yapmamasından dolayı bana ikinci hatta üçüncü kez bahşedilmiş pamuk şekerinden bir armağan. Artık sihirli sandığımda sakladığım...

Maskeli Balo Ruhu

Fırından yeni çıkardığım puf puf olmuş leziz bir günün kırıntıları. Bir fincan bol köpüklü sıcak çikolatanın eşlik ettiği hoş bir dost sohbeti. Bitimi. Başı görünmeyen otobüs kuyruğu....Otobüsteki son boş koltuğa oturmanın yarattığı büyük keyif sırada beklerkenki tüm sıkıntımı yalayıp yutuyor. Gevşiyorum. Tam karşımda oturan ve eski bir İstanbul beyefendisi olduğu daha ilk bakışta anlaşılan yaşlı adam t- shirtüme can veren ve gerçeğiyle arasındaki yedi farkı asla bulamayacağınız sevgili Charlie Chaplin figürünün yalnızca kendisine değil; şapkasına, bastonuna ve hatta komik bıyığına ayrı ayrı selam veriyor. Kocaman gülümsüyor bembeyaz, protez dişlerini göstererek. Dost canlısı Chaplin bu kez utandığını fısıldıyor kulağıma, çaktırmadan hırkamın düğmelerini ilikliyorum ve suç ortaklığımızı teyit eder cinsten göz kırpıyorum. Öylesine neşeliyim ki, iyiden iyiye kalabalıklaşan otobüste rengarenk çakıl taşları gibi üst üste dizilmiş insanların yaptığı yer tartışmalarına kulak kabartmak istemeyerek, çantamdan her seferinde arap saçına dönmüş vaziyette çıkan kulaklığımı artık olağan karşılayarak çekip alıyorum. İçimden çaldığım ıslık eşliğinde kafam karışa karışa, ellerim birbirine dolana dolana çözüyorum zorlu düğümü. Büyük ve pis camı delerek gözbebeklerimi nokta gibi minicik yapan, son demlerindeki gün ışığının bu anlamsız ve çocukça güç gösterisini gözlüğümün indirdiği siyah perdenin ardında görmezden geliyorum. Yorgun, sıkışmış ve oturanlara kıskançlıkla karışık bir öfke duyan, her frende yaprak gibi ordan oraya savrulan ve paslı, pis demirlere tutunmak zorunda kalan insanların siyah camların ardında da olsalar gözlerimdeki sedefli ışıltıyı görmesinden utanarak sıkıca yumuyorum gözlerimi. Güneşten nazlı nazlı süzülen birkaç damlanın üzerime serptiği altın tozları bedenimi süslerken parmaklarım hiç zorlanmadan buluyor duymak istediğimi: "This Masquerade - George Benson"....Şimdi...Ortaköy'deyim! Ne kadar da seviyorum rengini, dokusunu, havasını... Dizlerime inen siyah, dar elbiseme ve ona uyumlu yüksek ökçeli, rugan ayakkabılarıma uygun antika küpeler alıyorum küçük ve mütevazi tezgahlardan birinden. Benden önce kullanmış olan her bir kadını saygıyla anıp, bu denli zevk sahibi olmalarını ayakta alkışlayarak. Mora daha sonra da laciverte bürünen gökyüzünün gizlediği sokaklarda bir Fransız gibi kararlı adımlar atarak kapısından içeri girdiğim an somonla karışmış ılık oksijenin, tıpkı kuyruklu bir piyano üzerinde gezinen usta parmakların değdiği siyah tuşlar gibi kaburgalarımı usulca okşayıp, içimi doldurmasını ve benliğimi yarım ses inceltmesini an be an hissediyorum. Bahaneler üretmekten vazgeçerek rezervasyonumu yaptırdığım Mike Stern Band programına gelişimi, dibini göremeyeceğimi bile bile kendime armağan ettiğim bir şişe Nippozano ile kutluyorum. 2002 - İtalyan, leziz. Loş ışıkların, şık insanların hayran bakışlarının devleştirdiği gitar, davul ve saksafon tınıları beklenmedik bir şekilde en sevdiğim şarkının en masum sözlerini ve en gerçek melodisini yolluyor oturduğum yere. Kadehime sertçe çarpan yoğun kıvamlı ezgiler siyah elbisemin yanı sıra bej rengi koltukları da kırmızıya boyuyor. Çatallar, bıçaklar ve koltuğumun ladin ayakları hep bir ağızdan aynı şarkıyı mırıldanıyor: This Masquerade....Ve aniden...Geniş bir salon. Birbirine karışarak iğrenç bir koku almış pahalı parfümlerin sindiği fildişi renginde duvarlar. Ellerinde içkileri, ikinci yüzleriyle kendilerini gösterme çabasında, biraz daha sahte, biraz daha yüksek kahkahalar atmaya meyilli insanların varlığını üzülme duygusuna benzer bir acımayla görüyorum. Birbirinden farklı, yaldızlı, kadife kaplı ya da değerli taşlı pek çok maskeye rağmen tek tip insanlar bunlar. Yaratılmaya çalışılan ağır ve saygın havaya inat kuytu köşelerde birbirlerinin dudaklarını tadan, kötü esprilere nezaketen gülen, fahiş paralara alınmış Ca' Macana maskelerinin bile örtemediği o bilindik basit insanları görmenin ne denli irrite edici olduğunu fark ederek sağ elimle sapını tuttuğum Venedik yapımı işlemeli bautama son bir kez bakıyorum. Büyük ve ağır kapının yanına yerleştirilmiş uzun, meşe ağacından, oymalı masaya dizilmiş kara dutlu parfe tabaklarının yanına bırakıp veda etmeden, tıpkı geldiğim gibi sessizce çıkıyorum salondan....Bir kaç saniye sonra...İki göğsümün arasından akıp göbek deliğimde kaybolan ışığı hissediyorum, tıklım tıkış belediye otobüsüne binip, insanları aralayarak cam kenarındaki yerime tekrar geçiyorum. Bir sonraki şarkı olarak Fredie Hubbard'dan Portrait of Jennie'yi seçip zihnimde küçük kıza etten kemikten bir güzel yüz çiziyorum.

Nostalji

Evin en nezih köşesindenDuyulan cızırtılı sesler.
Eski bir pikap,
Birkaç uyduruk plak.
Pikabın hemen yanını
Siyah beyaz bir televizyon süsler.
Ekranda Dallas,
Omuzları vatkalı bir kadın
İzler soluğunu tutarak.
Giydiği kottaÇamaşır suyundan desenler,
İçine buz atarak aldığı
Birkaç tütün sarılı kağıdın ardından
Sigara makinesini bırakarak harap,
Genç adam eve giriyor
Sigarasının dumanını savurarak.
Akşam yemeğinde bir araya gelen aile,
Bu kez
Mideleri tıka basa kalkıyor sofradan.
Sobanın üzerinde
Kestaneden evvel yerini alan
Kurumuş mandalina kabuklarının yaydığı
Bir tutam eskiyi koklarken attığı,
Ağız dolusu kahkahaları yutarak.

Ab-ı Aşk

Çocuktum...
Bir gençlik filizleniyordu içimde.
Önce denize sonra karaya, derken neyzene aşık oldum.
Şimdi vapur vapura hu çekti mi, cümle martılar, cem-i cümle aşklar semada...
Saygı duruşundayız...

Aşk

Arabamızı ilk aldığımız günü hatırlıyorum.. Küçük, kırmızı bir araba.. Bir sen, bir de ben binelim diye..Saçındaki kurdeleyi çözüşünü, başını ve sağ kolunu camdan çıkarışını, kurdelenin rüzgarda savruluşunu, çocuk gibi attığın sevinç çığlıklarının iyice belirginleştirdiği elmacık kemiklerini, bembeyaz dişlerini unutmadım hala.. Bazen kareler karıncalılar; ama hep aklımdalar.. Romanımın ilk cümlesi kızıl saçlarından savrulup arabamızı parlatan altın tozları, okumuştun zaten, biliyorsun...Mavi yüzüğünü düşünüyorum.. Aslında sana minik bir kelebek alacaktım onun yerine, küçük cam bir kürenin içine yerleştirilmiş, renkleri hala diri, dolgun masum bir kelebek.. Onu tak istedim parmağına.. Bulamadım, yürüdüğümüz tüm arnavut kaldırımlı sokaklara baktım, tüm tezgahları aradım, bulamadım..Satıcı kadının suretini düşledim, hatırlayamadım.. Kendimizi içine bıraktığımız top havuzunu hatırlıyorum ama. Kısacık eteklerimize rağmen girip, kendimizi kısıtlamadan, sesimizi hiç kısmadan oynadığımız top havuzunu.. İlk kez o zaman boş vermiştik her şeye, değil mi? Ya ağzımızda patlayan şekerlere ne demeli? Ufacık kız çocuklarıydık yerken.. Herkesi kıskandıran inci gibi dişlerimizle kahkahalar atıyorduk.. Gamzelerimiz yoktu; ama gülmek en çok bize yakışıyordu.. Burunlarında iki küçük halka olan iki küçük kızdık.. El ele tutuşmuştuk kulaklarımızı deldirirken.. Yalnızca birkaç dakika için de olsa dünyaya tersten bakarken, ceplerimizdeki bozuk paralar yerlere saçılırken.. Hiç utanmadan bağıra çağıra küfrederken.. Tırnaklarıma sürdüğün bordo ojeler.. Yolun ortasında bir telefon kulübesinde yapılan makyajlar.. Dedim ya, artık kendimizi kısıtlamıyorduk..Birkaç nota çalındı kulağıma az evvel.. Tok seslerdi, bir klarnet gibiydi, tıpkı seninkine benzer.. Kararlı bir ağaçtan işlenmiş, asil bir klarnet.. Üzerine sahibinin, 'ece'sinin kokusu sinmiş.. Gökyüzünden kırptığım, ceplerime doldurup sana getirdiğim yıldızlar kokuyor.. Işıl ışıl kokuyor.. Ellerinin sıcaklığından etkilenmiş benim gibi, rengi solmuş yer yer, soluk yeşile dönmüş.. Üflediğin nefes klarnetin bedenini okşadıkça kıskanıyorum, tıpkı sevdiği kadının uzun saçlarını ayaklarına değdiği için kıskanan adam gibi.. Adam bile o ayaklara ulaşamazken.. Biz seninle kirlenmekten korkmadık hiç.. Yüzümüz, gözümüz toza toprağa bulansa da dert etmedik.. Çıplak ayaklarımızla çimenlerde gezindik, merakımıza yenilip yağmur kokulu toprağın tadına baktık, gökkuşağından kaydık, kayarken yeşili çaldık, benim saçlarıma taktık, artanlardan gözlerine boyadık.. Mürdüm rengi tenimi süsleyen haki saçlarım vardı, seninse zeytinyağına benzeyen bir renkte gözlerin.. Öyle özeldiler ki, girdiğimiz sıradan bir mağazadaki o satıcı kızı sana ne denli güzel olduklarını söylediğinde suratının ortasına öyle bir yumruk indirmek istedim ki.. Benimdi o gözler, sadece benim.. Birlikte yaptığımız ilk resmi hatırlıyorum.. Küçük bir sepeti karıştırıp en güzellerini bulduğumuz fularları, çikolatalı sufleleri, okuduğumuz Teksas'ları, West'leri, aldığımız ilk babetleri hatırlıyorum.. Babetlerimize tiyatrocu selamı verip, şu sıralar giydiğimiz rugan topuklulara bakıyorum.. Benim sağ topuğum kırık, zaten ayakkabımın sağ eşi de yok ortada, sanırım yatağımın altına kaçmış.. Şu an odam karanfil kokuyor.. Küllükteki eciş bücüş karanfilli kara sigaralar kokuyor.. Ve biliyorum sen bunları okurken bir kadeh rosé içiyorsun..Cevabı merak edip, tırnaklarını kemiriyorsun, biliyorum.. Evet,Ben de seni seviyorum..

Ab-ı Ahmer

Lodos esiyor sanki bugün denizden, ılık...
Ufak devinimlerle gidip geliyor ruhum bir sağa, bir sola..
Köpük köpük kabarıyorum, tahta bir kaşıkla sıyırıyorum kaymağımı,
Dibimde birikmiş tuzlu suyumda sen...

Seninim

Evcilleştirmelisin beni...Yıldızlara isim takmalıyım ve birbirlerinden ayırt edebiliyor olmalıyım hepsini. En büyük ya da en parlak olanına değil, en ıssızına 'sen' demeliyim ve her gece aynı heyecanla bakmalıyım laciverte, oltamı atıp tutabilmeliyim seni.Evcilleştirmelisin beni...Elmacık kemiklerinin doldurduğu yüzünde bir hüzün çizgisi olmalıyım. Güldüğünde gözlerinin yanında beliriverenlerden. Mutluluk maskelerinin altında ince ince içlenenlerden. Zeytinyağı tonlarındaki gözlerine anlam katan kızıl buklelerin... Saçlarını saran, çalakalem bağlanmış ipek bir fuların mürdüm tonlu otantik deseni olmalıyım. İç içe geçmiş kıvrımlarımın virajları bile çok yumuşak durmalı, ki kayıp düşmeyeyim saç tellerinden.Evcilleştirmelisin beni...Yeşilin hastalıklı bir tonunda, alelade üç yapraklı bir yonca olmalıyım. Ama sırf sen sevdin diye, şikayet etmemeliyim bu halimden. Özenip de gebe kalmamalıyım bir dördüncü yaprağa, karanlık bir ormanın en kuytu köşesinde, kaçmış çorabım ve morarmış göğsümle; bir çocuk parkında ilk öpücüğün çilek tadına varmış iki küçüğün ağızlarında ya da. "Five Leaf Clover" adındaki şarkıyı da söylememeliyim mesela.Evcilleştirmelisin beni...Sinirli zamanlarımda karanfil tadında sigaralara ihtiyaç duymamalıyım ve dudaklarımı kemirmemeliyim. Tablalardaki küller uçuşmasın diye dibini ıslatmak zorunda kalmamalı, alışkanlıklarımı sürtmeliyim bir ponza taşıyla, dökmeliyim pul pul. Çok benimsediğim el-dudak ilişkisini acemice sarılmış otla değil; ellerinle gerçeklemeliyim. Çatlamış dudaklarımın arasına usulca götürmeliyim elini, minnacık öpmeliyim. Önce elini, sonra sağ omzunun gamzesini.Evcilleştirmelisin beni...Aldığın adi bir göz kalemi olsam da, sürsen de gelişigüzel kalın hatlarla, akmamalıyım ağladığında. Göz kapağının üstünde durabilmeliyim büyük bir kararlılıkla, iri göstersin diye. Ve göz pınarlarının çizgisinde. Derinlik versin diye. İçimde yağlı bir bileşim olmamalı, havayla temas edince uçup gitmemeliyim ve zaten kimyayı da sevmemeliyim. Aşkın ömrünün üç yıl olduğu yalanından külliyen nefret etmeliyim.Evcilleştirmelisin beni...Bir kedi gibi. Ya yerdeki hasırın üzerinde uyumalıyım ya kucağında. Patilerimle okşamalıyım beyaz tenini, acıtmadan. Alacalı tüylerimi döksem bile etrafa, bana kızmamalısın ve ısıtmalısın içimi ılık süt gibi. Kuyruğum kadar çok sevmeliyim seni; ama kaçmamalısın hiç benden. Camdan atlayıp gitmeliyim ara sıra; ama dönmeliyim de. Sense bir telaşa kapılıp gecenin bir yarısı pijamalarınla çıkmalısın sokağa, elinde fenerle. Adımı fısıldayarak aramalısın beni. Kim bilir, aslında belki, ben de evcilleştirmişimdir seni.Evcilleştirmelisin beni...Saat dörtte geleceksen yanıma, üçte heyecan basmalı beni. Dört oldu mu ise yerimde duramamalıyım, içim kıpır kıpır olmalı sevincimden.Evcilleştirmelisin beni...Tıpkı tilkinin Küçük Prens'ten istediği gibi...

Biliyor Musunuz Küçük Hanım..?

Paslanmaz eşkenar. Ne mi o? İlk kez duyuyor olamazsınız; ama geometriniz mükemmeldi değil mi? Yani olsa mutlaka bilirdiniz. Yanıldınız, işte bilmiyorsunuz. Küçük hanım biliyor musunuz... Hayır bilmiyorsunuz, aslında hiç de kusursuz değilsiniz. Başınızı hafifçe kaldırıp aynaya bakın lütfen. Evet evet, şimdi. Görüyor musunuz, burun delikleriniz eşit değil. Üzgünüm ama harika değilsiniz. Ve ayaklarınız... Yeterince küçük değil.Tüm bunlara takılmadığınızı biliyorum şu an. Zaten ondan bu kadar rahatım ya konuşurken! İçinizi gıcıklayan o tiz ses de neydi, değil mi? İnsanları merakta bırakmayı sevmem. Söyleyeyim: Bir kaç liralık üçgen zillerden biri. Ben çaldım, sol yanındaki duvarına vurarak. Soğuktu ve sıvaları döküldü. Alaycı alaycı bakmayın lütfen, çelikti ama döküldü işte, gördüm ben. Kum kum aktı hem de! Neden yaptığımı da söyleyeyim o halde. Hayatta kalmak için bir neden istediniz ve bu sesi sundum size. İrkildiniz, ekşittiniz yüzünüzü; ama hala gezegenimizdeydiniz. Çok sesli koroları getirmedim bilerek. Kadınlar tek tip o bildik şarkıları söylerken. Asırlardır... Aynı iğrenç kıyafetler ve kabartılmış sarı saçlar. Ne kadar da banal değil mi! Ve zaten yeterince gürültü var burada, malum konuşkanım ben çokça. Geveze demeyin ama, boş konuşmam çünkü asla. Peki ne diye mi bir piyano getirmedim size? Birincisi çalmayı bilmem, ikincisi onlar kuyruklu oluyor, tıpkı söylediğiniz yalanlar gibi küçük hanım. Bana kötü kötü bakmayın.Biliyor musunuz, dün gece birkaç yeşil adam geldi yanıma. Sizi sordular, bilmiyorum dedim. Aslında bilmemezlikten geldim. Ayna tozluydu, öteki yanda nereye gitti göremedim dedim. İnanmadılar. Ne mi yaptım sonra? Sigara uzattım her birine sus payı olarak, paketten karanfil kokuları yayıldı, çektim içime. Öyle aç gözlüydüler ki üstelik. Kıtlıktan mı çıktınız diye bağırdım, bizim orada su bile yok dediler. Kikirdedim. Birer sigarayı da uzun kulaklarının arkasına yerleştirdiler tüm gece kağıt oynadık.Sabaha karşı birkaç arabaya taş attım alarmları çalıyor diye. Ben attıkça daha da çok çaldı ve üst kattaki komşunun bebeği ağlamaya başladı, hala alt kattaki çift kişilik yataktan gıcırtılar ve kesik kesik alınan soluklar yükselirken. Bense bir kitabı hem tersten hem de sondan başa okuyordum o sırada, gözümde leopar desenli uyku bandıyla. Burnunu kaybetmiş bir adamın hikayesiydi ve inanın burnu sizinkinden çok daha güzeldi!Biliyor musunuz küçük hanım, aslında İbranice konuşuyorsunuz rüyalarınızda ve koku bile alabiliyorsunuz. Siz uyurken ben hep uyanığım ya, ordan biliyorum. Tek bedende vardiyalı yaşamak böyle bir şey işte. Tek derdim bir üçüncüyü sokmamak araya. Tıklım tıklım otobüs gibi... Orta kapıdan binen kendini bilmezler gibi... Sizi sıkıştırması, tutunacak bir yer bulamamanız gibi. Ne saçma laf 'gibi'.. Bir kaç kez üst üste söyledğinizde gülmemeniz mümkün değil, bakın ben bir kahkaha patlattım bile. Dilimde bir yara var, kabarmış. Acıdı, sustum. Portakal suyu içersem yanar ve elimde bir kesik, domates doğrayamıyorum.Günde yüz tel saç dökülmesi normalmiş. Biriktiriyorum, eğer eksik kalırsa ense taraflarından çaktırmadan koparıyorum. Üzerlerine tarih atıyorum, ha bir de öpüyorum. Gerçi bazıları kızıl, bazıları yeşil. Kimi uzun, kim kısa. Evet, Amélie gibi. Ahh küçük hanım bir meltemde savursak ya saçlarımızı, toplasak denizin tuzunu, düşsek yollara götürsek, döksek koca Tuz Gölü'ne. Çok şey mi istiyorum küçük hanım? Bir uçak yapsam atsam kendimi... Uçsam yamru yumru, çakılsam burnumun üstüne. Güler miydiniz peki? Yapmayın, kırmayın beni. Ve eğer kaynar su koyarsanız içime aniden kırılmam ama, çatlarım. Dökülür suyum. Gebeysem eğer, erken gelir suyum. Akar bacaklarımdan çocuk tohumlarım. Ve taşlarım o zaman sizi, meyve veren ağaçlar gibi. Şeytan taşlar gibi. Yapmayın küçük hanım! Bana bunları yaptırmayın!

Geleneksel Bir Tedavi

Daha ne kadar adi olabilirdi ki? İçi elyafla doldurulmuş tozlu bir şilte. Üstelik kısaydı, biliyorsun, altında olup bitenleri bile saklayamıyordu. Tüm tanrılar haberdardı işlediğimiz günahlardan. Nemli çimenler üzerindeydik ve ay ışığnda ortaya çıkan bacaklarımız koca bir bütündü. Aynı çamurdan şekillendiğimize o an yemin edebilirdim; sıyrılmış eteğimin altında kızarmış bacaklarımın ve burnu soyulmuş botlarımın şahitliğinde....Kafam kazan gibi kalktım bu sabah çift kişilik gösterişli yatağımdan. Kendi ezikliğime acıyordum, bedenim tek başına doldurmaya yetmiyordu çünkü. Bir yastığı diğerinin altına saklayarak kendimi bile kandıramıyordum. Terliklerimden birisi her zamanki gibi siktir olup gitmişti yatağın altına ve eğilip almam imkansızdı. Davransam, pelte kıvamındaki beynim bulduğu ilk boşluktan damlamaya başlayacak gibiydi ve nasırlı tabanlarımın yeri öpmesi en iyi seçenekti. Masada ağzına dek dolu bir kül tablası, hatta sığmamış taşmış bir kaç da izmarit. Sararmış... Demek ki içime çekerken dudaklarım biraz ıslakmış. Tütsü tablasında çizgi halinde kül. Tütsünün rahmini yırtıp hüzünlü melodilerini özgür bırakmış koku molekülleri. Cemal Süreya'nın kitabı. Ortasından ayırıp ters bırakmışım. Bir göz attım:Şimdiye dek düşünmediyseniz Bakmayın içinde ne var Küçük bir kitaptır yaşamak Elinde tutmaya yararGüldüm ve geçtim. Yaktığım tüm kitaplara ithaf ettim. Küllerini bir şişede topladığım ve enkazına saygı bile duymadığım.Yastıkla derimin yedinci tabakası arasına sıkışmış saçlarım. Kendini kaybetmiş. Sahibi gibi. Oysa dirençlerini kırmak için ihtiyacım olan tek şey biraz su.Banyodayım...Çatlamış ellerimi birleştirip soğuk suyun altına tuttum, vücudumda ufaktan bir titreme. Üzerine tıklaması en güzel seçenek: yoksay. Öyle yaptım ben de. Bu bedende yenilermiş gibi acemice davranan ellerim yüzünden yolda telef ettim birkaç şeffaf damlayı. Geride kalanlara şöyle bir baktım göz ucuyla. Yarı bulanık bir saydamlık. İki avcumda içi dışı bir olan iki ayna yarattım; sırlamadım. İkisinin tam orta yerine yerleştirdim bana kalan son suretini ve korkumu bastırmak için titreyen tonlarda bir şarkının nakaratından girdim. Hatırlayamadım. Kimi yerlerini uydurdum üstelik! Kamaşan gözlerimin alabildiğine sen vardın. İlk kez bu kadar çoğaltmıştım seni, göbek bağım ilk kez bu denli güçlenmişti ve beslemiştim. Kordon boynuna dolanmadı ilk kez. Avuçlarımdan eski bir 'sen'in küflü yeşil kokusu dağıldı, ardında köpük kartona sarılmış bebek bir 'sen' bıraktı. Beyaz köpük huylandırsa da, gıcırdatsa da dişlerimi; tek hamlede çıkarttım seni. Eski bir tapınağın fahişesi kırmızı tırnaklarını içimdeki kara tahtalara sürttü sanki, eciş bücüş kalbimi kanattı, çizdi.Berraklığından için gözükmekteydi. Henüz temiz bir bebektin, eğilip fısıldadım adını kulağına üç kez. İçini gördüm. Akciğerlerin... Soldaki hiç de küçük değildi, yüreğinin baskılayamadığı o kadar belliydi ki! Olmadığından. Ve suyla doldular ben nefes aldıkça. Vücut hatlarımda şekillenen nehirlerimin tuzlu suları hesaplayamadığım debileriyle ulaştı kılcallarına. Ağacın dalları gibi dağıldı, aktı aktı. Ve ben ağladıkça burnumun ucu kızardı, sızladı.Yapmam gerekeni biliyordum. Kuvözünde yok olman için çok erkendi balon gibi şişen ciğerlerinle....Elimdeki nikelanj halkada birbirinden farksız bir düzine anahtar. Şanslıydım ki ilk seferde uydurabilmiştim içlerinden doğru olanı kilide. Mor...İspirto şişesini açıp içime çektim. Önümde birkaç cam bardak ve bir şiş. Ucu pamuk sarılı. Yüzükoyun yatırdım seni, başını yan çevirdim. Yanağımı dudaklarının hizasında sabitleyip biraz bekledim. Ilık, ardından sıcak. Bahane bile üretmeye gerek duymadan bir hayat öpücüğü kondurdum dudaklarına. Usulca. Yetmedi dilini tattım. Ve bıraktım.Pamuğu ispirtoyla yıkayıp çakmağı çaktım. Yükselen bir alaz. Turuncu-mavi tonlu. Bardaklarıma usulca geçirdim şişi, ince ince ve çevik hareketlerimle. Sonra sırtın... Şeffaf etinin bardaklarla buluştuğu an nasıl olup da o kadar kararlı kabardığına şaşırdım. Peş peşe tekrarladım hareketlerimi aynı ritimde. Başarısız bir şarkının üst üste tekrarlanan nakaratı gibi. Camın zarifçe işlenmiş ağzı sırtındaki her noktayı kendiliğinden buldu. Etlerinin çekilişini, bedeninle bütünleşmiş bardağı tek hamlede sırtından ayırmaya çalışmanın yarattığı hazzı duydum, geride bıraktığı mor halkaları gördüm. En çok o mor halkaları sevdim. Seni itip kendimi koyduğum zamanlarda iki aynanın arasına; binlerce örneğimde, çalakalem kestiğim saçlarımla beraber en çok o mor halkaları gördüm. Sırtımda değil ama yüzümde. Gözlerimde.

A'mak-ı Ayine

Beyaz kağıttan çektim usulca. Uyuşmuşlardı. Tüm oyuklarında siyah izler vardı artık ellerimin. Bulaşmış... Kağıttaysa aynı siyah boya; ama bir türlü doğrulamamış. Hep kambur... Ellerimin küçüklüğünü böyle görmek istedim. Evet, küçüktüler. Bir adamın ellerinin içinde kaybolacak kadar küçük. Soğuk. Birkaç küçük çizik vardı ve yer yer soyulmuşlardı. Küçük bir çocuk gibi bakıyordum, bir keşifmişçesine ve yakından. Küçük bir kız çocuğuydum sanki; ellerimse bana alınmış bayramlıklardı. Geceden baş ucuma bırakılmış.Gittim, çatlamış aynayla birleştirdim. Hala sigara kokan nefesimle küçük bir buğu armağan ettim aynaya. Ver, dedim, elime bir eş. Aynanın arkasındaki şimşekler kesildi, yağmurlar dindi. Ve tüm yaşanmışlıkları önüme serercesine parlak bir gökkuşağı dünyaya geldi. Sekizinci rengi sendin ve çoktan gitmiştin. Dokuzuncuyu görmeyi de ben istemedim. Turuncu-sarı tonlarda bir el, gözleri kapalı buldu benimkini. Onun başparmağının kıyısı da soyuktu tıpkı benimki gibi. Gülümsedim.Bileğime değerek ürperten meşin çerçevesine baktım aynanın; kafamı hiç kaldırmadım. Aynaya yansımış bedenim saygılıydı her zamanki gibi. Tüylerim diken dikendi irkilmekten. Hala aynı nizamdalardı oysa. İçlerinden birisi silahını dayamamıştı henüz diğerinin başına, onun yerini almaya. Herbirini okşadım ve bir masal anlattım. Sıcacık battaniyelerinin altında kıvrıldılar. Cenin gibi. Tıpkı yapmak istediğim; ama sokulacak bir rahim bulamadığım gibi.Sonra usulca elimi çektim. Hissedemiyordum. Her şey siyah beyazdı sanki ve iki boyuta indirgemiştim çevremde olan biteni. Bir fiske karmaşaya daha tahammülüm olmadığını anladım, tuttum nefesimi. Bıraktım. Tuttum. Bırakmadım. "Dayan, biraz daha. İşte böyle, ha gayret" demekteydim, tıpkı kalbine saplanmış bıçakla hastaneye yetiştiriliyor gibi. Sürünerek ya da koşarak attım kendimi banyoya ve eğildim. Küvette birikmiş soğuk suya daldırdım kafamı. İlk nefesimi öyle verdim. Yeni doğmuş gibiydim üstelik. Öyleymişçesine ağlayarak becerdim bu işi. Oyunun kurallarına o derece bağlıydım. Saçlarımın suda yalpalayışını izledim gözlerimi açıp. Yanıyorlardı ve kuvvetle muhtemel kırmızılardı. Oluşan su kabarcıklarının burnumdan dağılışlarına, ardından da yükselişlerine şahit oldum. Küvetten nasıl taştıklarına... Çaydanlıktaki suydu sanki, fokur fokur kaynayan. Ve demlikteki bayat çay. Acı, kokusu mide bulandırıcı. Siyah çay tanelerinin arasında kalmış karanfil tohumu gibi hissettim kendimi. İnce belli bardağa döküldüm sonra tüm kokumla. Bulanıktım.

Pencere Önü Kendimle Sohbet

Başparmağımla işaret parmağım arasındaki oyuk. Aşınmış, acımış. Koca ağızlı bir küreğin kıymıklarla bezeli ince gövdesi tam da elimin şeklini almış. Bir güzel yayılıvermiş yuvarlak hatları olan köşeye. Kardığım betonu homojen yayıyorum tüm bedenime. Mükemmel. Tek bir pürüz bile yok. Derken haylaz bir bünye, hantal botunun izini armağan ediyor bana. Göğsümle karnım arasına bırakılmış acı iliklerimde. Dişlerimi sıkıp susuyorum. Ve yanık tenli işçilerin bir sonraki gelişini bekliyorum kırk üç numara derinliği örtbas edebilmek için.Yerini ağrıya bırakmış acısıyla ellerimin, dikkatli dikkatli bir şeyler yapıyorum. Gözlerimi iyice kısmışım sarı kör ışıkta; parmaklarımda mürdüm bir ton. Tıpkı çevresine birkaç tur doladığım ipin rengi gibi. Fazla sıkmışım belli. Parmaklarım arasında daha ne kadar eğreti durabilirdi ki dediğim beş numara şişler ve önümde duran iki yumak ip. Yalanlarıma ilmekleri sıkıca atılmış kılıflar örüyorum. Artandan da küçük bir kese. Boynuma asıyorum bana verilmiş öpücükleri toplamaya içine.Geceleri masal anlatmıyorum kimseye, üstlerini de örtmüyorum artık. Zaten bordo-yeşil battaniyemin altında siyah beyaz bir film izlemeyeli de çok oldu. Ağlamıyorum ki aşklarına, içlenmiyorum. Sesler bile onların değil!Ara sıra penceremin önüne, soğuk taşa otururdum eskiden; dizlerimi iyice karnıma çekip yarattığı basıncı duyumsayarak. İçimde oluşan dalgalanmaları severdim, ufak sancıları da. Ve fincandan aldığım bir yudum kafeinle ödüllendirirdim kendimi, bilirdim damarımda aksa bu denli keyiflendirmezdi. Ardından sokak lambasının etrafında deliler gibi dönen pervanelere kikirderdim. Aslında için için ağlardım onları gördükçe kendi halime. Ay’a aşıktı onlar, kör ışığı bile Ay sanarak delirirlerdi sevgilerinden; gözleri kör olurdu aşklarından, bilemezlerdi. Bense ne yöne çekseler gidecek gibiydim. Tutku neydi? Canını acıtacak kadar sevmek birisini… Neydi? Penceremin önüne oturamıyorum artık, karnım ağrıyor yalın ayak bastığımda mermere. Mezar taşlarının soğukluğunu hissettiğimden belki de; öperken korkuyla. Ve asla ağlamadığımdan ya da dualarımın inançsızlığından. Sabah ezanları da korkutur oldu. Karanlıktan değil oysa; her gün biraz daha maviye gebe oluyor günler. Yıldızlar her gün biraz daha laciverti yutuyor bir bardak suyun eşliğinde. Ama korkuyorum.Onun yerine konu komşuyu düşünüyorum arsızca. Alt kattakilerin o saatte seviştiğine eminim mesela. Saatin çalan alarmını uykudan yeni uyanmış gibi susturacaklar ve kadın duşun altında kendini su buharlarının ellerine teslim edecek arınmaya. Bacaklarından akıp gidecek tüm günahları. Sevinecek. İki üst katımda bir deli, sadece kemanıyla konuşan. Tüm “etraf ne der” lerini denize atmış, o saatte keman çalıyor. Yay teller üzerinde ölesiye isteksiz. Kulaklarım tırmalanıyor sanki altıma aldığım ucuz bir fahişe tarafından. Küfrediyorum. Keman ciddi bir kimlik bunalımında; hala biraz ağaç sanki. Abanozunun her kıvrımından kucak dolusu oksijen yayılıyor. Yaşadığımı hissetmem için birazını içime çekiyorum. Kurumuş otların orta yerindeki ağacın önünde duran kızla çocuğu görüyorum sonra. Köşe başında duran; elleri kömür karası, tırnakları kalın katmanlı kör bir satıcı. Ondan aldıkları adi bir çakı. Ağaca işledikleri aşk zırvaları. Bıçağın değdiği yerden, ağaç ince ince ağlıyor. Biraz yoğun, biraz da yapış yapış. Yabancı değiller buna. Kız bu sıvının bir benzerini zaten kasıklarında taşıyor.

Dönme Dolap

Güneşin kavuniçi tonlarını görürsün yakından. Bedenin yükseldikçe gözlerini daha çok alır turuncunun simleri, daha da koyulaşır gökyüzünün derisine işlemiş renk pigmentleri.Ardından motordan mekanik bir ses yükselir, Tanrı’nın haykırışı gibi kuvvetli; kanırtır tüm geçmiş acılarını, henüz son kullanma tarihleri dolmamış. Aslında temizlediğini sanıyorsundur kalbinin tüm odalarını. Yatak altlarında, kapı artlarında kalan bir tutam pislik vardır oysa. Araladığın pencereden hücum eden rüzgarın ıslak nefesi, hepsini saklandığı yerden çıkartır. Gözlerini yumduğu duvar köşesine koşar, ‘sobe’ der. Yüksek desibelli mekanik ses de aynı umursamazlıkla yakar canını. Soğuk demirlerine dokunmuş gibi irkilir; ellerinde kalan paslı kokusundan iğrenirsin.Ve yalnız başına oturduğun çift kişilik koltuğunda biraz daha ufalırsın dönme dolabın. Mekanizmanın gökyüzüne mandallandığı yerden, içinde kaybolduğun koltuğa kadar uzanan doğrusal bir hüzündür sonrası; eni boyu yarıçapları çoktan aşmış, eni konu kırgınlık, hepi topu küskünlük.En tepeye ulaştığında her şey mümkündür. Tanrı’nın koltuğunu devralmışsındır artık; ritmik sayılarla şekillenen nefes alış verişlerinin arasına yerleştirilmiş her bir es işareti kadar hakkın vardır mucizeler yaratmaya. Hızla düşmekte olan asansörde sıkışıp kalmışsın gibi aşağı çekilmeye başlar ruhun; ivmenin ellerine bağlanmış ipleri kör bir bıçakla keser, olan biteni bir elektrik süpürgesine bağlarsın. Dünyanın en sessiz elektrik süpürgesidir bu, sanki borusu asansörün altına uzatılmıştır; sense yayılan toz kokusunu kolaylıkla alırsın. Tuttuğun kalemin nasırlaştırdığı parmağını şıklatmaya mecalin bile kalmadığından olsa gerek, ağlarsın. Kimse de görmez. Aşağıda bekleyen herkes nokta kadardır; hatta bazılarının frak giymiş gibi kuyrukları vardır. Söylenilen yalanlardan arta kalmış, streçlenip buzluğa atılmış kuyruklar.Sonra…Başladığın noktada bitirirsin yolculuğunu. Fizik kuralları seni tek bir adım bile yol kat etmemiş sayar. Ki umurunda da değildir. İçinden çıkmaya çalıştığın tüm işler sarpa sarmış; kuşe kağıda basılmış sorularda hep çeldirici şıkkı işaretlemişsindir, boş bıraktıklarınsa sadece büyüttüklerindir içinde. Ne de olsa toptan alınmış soru işaretleri hep biraz daha ucuza gelmiştir insana güven vermeyen bir pasajın alt katında.Yine de yiğitliğe yoğurt sürmezsin inerken. Çünkü lunaparklar eğlenceli yerlerdir. Yüzüne yerleştirdiğin kararsız bir gülümseme. Neye benzediğini, neye benzettiğini kendin bile bilmezsin. Ardından, inandırıcı olsun diye tüm dişlerini gösterirsin. Haklısın, bembeyazlar. Dişlerin yayıldıkça yüzüne, yanakların biraz daha toplanır. Otobüste yanına oturan adamın seni sıkıştırması, kendini biraz daha cama yaklaştırışın gibi. Yanaklarını, içleri gülücük molekülleriyle dolu şırıngalarla doldurursun. Bıçak altından kalkan tüm kadınlar gibi yapmacıksın işte. Hava biraz daha kararmıştır, cebindeki bozuk paraları bir türlü uzatamazsın gişede oturan genç çocuğa. Birkaç tur daha hüzün atmaya cesaretin yoktur, güç bela ısıttığın yerden kalkarsın.Elinde horoz şekeri tutan, saçları kurdeleli bir küçük kız çocuğu yerini alır, gülümser.

Bed-Fercam

Sol yan… Sıcak…Kaloriferin on dört peteğinden homojen olarak yayılan ısı dalgaları bedenini eşit oranda ısıtmıyor. Çekirdeklerini bir türlü kıramadığın inatçı ve arsız hücrelerin, dış çeperlerinden başlayarak eriyor. Merkezi hep buz gibi oysa. Birbirine kenetlenmiş umursamaz acılar, kahkahalar, gözyaşları… Ve alfabenin peş peşe dizilmiş üç harfi devreye giriyor, durduruyor seni. Alelade üç harf, ağızdan bir çırpıda çıkıyor; ki zaten tek hece: por. Beynine kazınmış iki sözcük: seçici geçirgen. Porlar bu kadar umutsuz seni seçemiyor, tanımıyor, tanımlayamıyor. İzin yok, zehri daha fazla içine akıtamıyorsun. Teslim ol, etrafın sarıldı!Zemin… Soğuk…Etrafın bir güvenlik bandıyla çevrili, başında müthiş bir kalabalık. Her ağızdan ayrı ses çıkıyor, sanki herkes doktor. Telaşlı kalabalıkta en telaşsız sensin. Yerde yatan sene uzaktan bakıyorsun sadece, kılını bile kıpırdatmadan. Görüyor musun, ne kadar da zavallı gözüküyorsun! Yerdeki senin canının acıması gerekiyor; fakat hissetmiyorsun. Farkında olduğun tek gerçek: soğuk. Ellerin soğuk. Göğsün soğuk. Betona tokat yemiş gibi çarpan yanağın soğuk. Mor. Ne mecalin var kafanı kaldırıp kendini bıraktığın yüksekliği selamlamaya, ne de cesaretin. Cesur değilsin, cesur olmalısın. Pek de iyi görmeyen gözlerini kısarak saymalısın çocuk parkının hemen yan tarafındaki apartmanın katlarını. Sen onuncu katta oturmuyor muydun? Onuncu kattan atmamış mıydın kendini? On. Ne küçük sayı. On. Ne büyük sayı.Işık… Parlak…Saymaya başlıyorsun. Ona kadar gelemeyeceksin. Bir, iki, üç. Sonrası derin bir uyku. Hissiz. Vücudunu saran beyaz deri ve sol kolunu yırtmak istercesine yüzeye yerleşmiş yeşil damar demetlerin. Bir de ince uçlu bildik şırıngalardan herhangi biri. Alelade. Hiçbir zaman sus işareti yapanlar kadar güzel olmayan hemşirelerden biri şırınganın içindeki havayı almak için arkasına birkaç milimetre kadar bastırıyor ve kenarından sızan şeffaf damlacıklar teyit ediyor yapılan işlemin doğruluğunu. Bazı davranışların doğruluğunu anlamak ne kadar kolay! Sorgulamak gerekmiyor, yalın. Senden kaçıp kurtulan damlacıklar ürpertirken, yeşilini bulanlar acıtıyor. Canın acıyor. Sol koluna işlediğin yirmi altı kesikten hiçbiri bu kadar yakmamıştı canını oysa. Hayat garip, sen de öyle. Kan bile yok, ama acıyor. Bir tutam da ameliyathane kokusu. Miden kalkıyor…Kapak… Kirli…Odandan banyoya koşuyorsun. Neyse ki karşı karşıyalar. Ve şanslısın ki kapak açık. Başını öne eğip boşaltıyorsun içindeki bozuk kıvamlı, bulamaç gibi şeyi. Her şey o. Her şey. Açıkta unutulmuş ve kurtlanmış bazı düş kırıklıkları, son kullanma tarihleri dolmuş aşk lokmaları, fazlaca baharatlanmış tebessüm dilimleri. Ve güç sende, tanrı sensin. Sifonu çektiğinde oluşacak olan girdapta kurtulacaksın hepsinden. Tıpkı ruhsal orgazm gibi. Bu kez tanrı da ters köşeye yatıyor ama, onun da ayağı kayıyor. Boğazına yerleşen acı tat bir türlü geçmek bilmiyor, her nefesinde biraz daha çoğalıyor. Biraz daha miden bulanıyor. Kısır döngüler… Pissin sen. İçin pis, kalbin de. Bundan böyle hiç kimse bordo kaplı defterine ‘bana kalbin kadar temiz…’ diye başlayan cümleler yazmayacak.Sayfa… Yırtık…Birkaç sayfayı eksiltmişsin yoklukları belli olmaz diye. Neden, diye soruyorum, bir zavallının intihar mektuplarına benzedi, diyorsun. Gülemiyorum. Halının üzerine fırlattığın dolma kaleminden sızan mürekkep, şişesinden süzülen kaliteli sayılabilecek şarap damlalarıyla tam da oturduğun minderin köşesindeki sivrilikte buluşuyor. Çift kat dikiş var, zeytin yeşili iplikle. Öyle sağlam ki… İki ucu birbirinden ayırman imkansız. Seni, diyorum, diksem öyle kendime. Önce teğellesem, sonra kenarlarını iğne oyasıyla işlesem. Güzel olmaz mıydık? Mürekkebin siyahı şarabın kırmızısını nasıl da bütünlüyor. Siyahla kırmızı ne kadar da yakışıyor!Ay… Yarım…Bilmem kaç yüz yıllık kurumuş ağaca yaslanmışsın, göbek deliğinde yetmiş beş kiloluk ağırlık. ‘Yük en çok nereye biner?’ sorusuna cevap verir gibi; küçük çukuru, tabutun üstüne atılan toprakla doldurur gibi. Yıldızlar sönük, hava karanlık. Dudakların, boynunun sol yanına pençelerini geçirmiş dil kadar kırmızı, bir de sıyrılan elbisenin altında gözüken çamaşırın kadar. Masum bir kırmızılık. Gecenin siyahı acımasız oysa. Kırmızı ve siyah artık hiç yakışmıyor. Kurumuş otların üzerinde, hayvani bir güç zorluyor seni, tüm dokularını kanırtıyor, kadınlığından utanıyorsun. ‘Dayan, şimdi biraz daha derine. İşte böyle, çok güzel. Kes sesini. Ya da bağır. Seni burada kimsecikler duyamaz.’Kulak… Duymuyor…Göz… Görmüyor…Aslında hiçbir şey bilmiyorsun…Ve henüz sen bile bilmesen de,Yeryüzündeki tüm maymunlardan nefret ediyorsun.

Sarı. Yok.

Kırmızı. Yeşil. O kadar.Eskiden sarı da vardı aralarında, ne olmuş şimdi ona? Yok. Eskiden, daha ben çocukken, başımı arabanın ön koltukları arasından uzatıp şirinlik yaparken ve annemle babam beni severken kırmızıyla yeşilin arasında sarı yanardı. Arkadaki araçların korna sesleri yükselir, babam onlara küfrederdi. Annem küfrettiği için babama kızardı.Artık annem babama kızmıyor. Babam da arabada hiç küfretmiyor. Annem yok. Babam da.Barbaros yokuşunu seviyorum. Trafik sıkışmamışsa ipek üzerinde kayan köpükten baloncuklar gibi gidiyor araçlar. Sonra. Trafik ışıkları. Kırmızı. Yeşil. O kadar. Sarı yok.Otobüslere garip bir sevgi besliyorum. İnsanlar, akbil sesleri, çalan cep telefonlarının neden olduğu tartışmalar. Hepsi güzel. Yolcuları gözlemliyorum, her birinin ayrı senaryosu var hayata dair. Kendimce bir şeyler uyduruyorum. Kendi masalımın tanrısı benim ve biçtiğim rollerin o insanlara yakışıp yakışmadığı umrumda değil. Ayıp şeyleri sadece içimden söylüyorum. Mesela o kadın. Tahmin etmekte zorlandığım çoklukta estetik müdahale sonucu anlamını yitirmiş bir suret. Basit. Çirkin. L şeklinde bir burun. Beş yaşındaki bir çocuğun eline aldığı iki parça oyun hamurunu L şeklinde birleştirmesi sonucu oluşmuş gibi. Ve onu bir türlü bütünleyemeyen iki dudak. Kadın hiç gülmedi. Eğer gülseydi, dudak kenarlarının kesiştiği noktalarda tek bir kıvrım bile meydana gelmeyeceğinden eminim. Sonra bir grup liseli. Yüksek desibelli, neşeli konuşmalar. Bayat espriler. Yine de zevkli dinlemesi. Seviyorum. Bir tek altmış – altmış beş yaş üstü yaşlı adamları gözlemlemeyi sevmiyorum. Ne kadar incelersem inceleyeyim aralarında bir fark göremiyorum, hepsi birbirinin aynısı sanki. Hepsi benziyor, hepsi tek tip. Bazıları gençlerle iletişim kurmaya çalışıyor, bazıları hep soğuk, mesafeli. Bu ikinci grup daha çok “bizim zamanımızda…” diye başlayan cümleler kuran yaşlılar. Ne yaparsa yapsınlar, nasıl davranırlarsa davransınlar aynılar benim gözümde. Kasketli, bıyıklı ya da siyah eldiven giyen bu yaşlı adamların senaryoları yok. Aslında var ama basit. Birkaç sahnelik. Evin kapısından giren bir adam. İki çocuk. Yemek sofrası. O kadar. Gençliklerini göremiyorum bu tek tip insanların.Oysa eskiden, ben çocukken annemin tuvalet masasının önüne oturur, saatlerce aynaya bakardım. Kendimi incelerdim. Daha o zamanlar sevmemiştim burnumun sağ yanındaki küçük beni. Hala da sevmiyorum. Aynaya öyle uzun saatler bakardım ki, sırlanmış camda kendi yaşlılığımı görürdüm. Sonra ağlamaya başlardım. Emin olurdum yaşlandığımda gerçekten öyle gözükeceğime. Çocukluk işte. Şimdi öyle gözükeceğim günleri görmek istediğimden emin değilim, göreceğimden de. Zaten artık ne kadar çok aynaya bakarsam bakayım kucaklayamıyorum yıllar sonrasından gelen o görüntüyü. Odaklanma problemi yaşıyor olmalıyım. En son esrar içtiğim bir gün gördüm kendi yaşlılığımı. Yanımdakilerin de. Söylemedim. Zaten dalga geçerlerdi. Sonra çamaşır makinesini izlemeye gittim. Çalışma prensipleri üzerine biraz düşündüm. Güzeldi.İlerisini göremiyorum. Öncesini de. Ya 1300ler Fransa’sında bir dolandırıcıydım ya da yeryüzünün ilk orospularından biri. Ya cama taş atıp kaçan haşarı bir çocuk ya da o camın ardında koca bekleyen aptal bir ev kızı. Bilmiyorum. Cevap istiyorum. Herhangi bir cevap. Hangi sorunun yanıtını aradığım mühim değil. Bu bir açlık. Belirsizlikleri ortadan kaldırmaya yönelik bir şey yalnızca. Çözüme kurgu. Evet. Bu iki sözcüğü seviyorum. Birkaç soru işaretini kancasından tutup fırlatasım var, altlarına iliştirilmiş eğreti noktaları yerin dibine gömesim.Canım sigara içmek istiyor, gözüm otobüsün orasına burasına, ötesine berisine yapıştırılmış uyarılara takılıyor. Sigara içmek yasak. Otobüste nasıl ayakta kalınır, bunu göstermek adına bir demire tutunmuş iki el simgelenmiş. Alt alta. Üst üste. İki beden hayal ediyorum. İç içe. Mat renkli. Biri düz, biri ters. Yatak soğuk, ayaklar sıcak. Biri diğerine sarılıyor. Sarılırsa kendini çocukluğunda buluyor.Sonra bir başka uyarı. Hamile kadınlardan ve savaş gazilerinden bahseden. Anlatım bozukluklarına kurban gitmekten heba olan o cümle. Hamile bir gazi düşlüyorum. Erkeklik organının içinde bir kadınlık organı olan. Ya da tam tersi. Bilemiyorum. Hangisi daha doğru, düşünüyorum. Öyle uzun, öyle yoğun düşünüyorum ki, boşalacağımı hissediyorum. Boşalmak ya da kusmak. Otobüste her ikisini de yapamam. İçimi temizlemek istiyorum. Belki de burun deliğimden soktuğum ince bir hortumla. Sahi, mide de böyle yıkatılmıyor muydu? Eli korkak alıştırmadan, fazlaca alınan birkaç renkli haptan sonra. Garip.

Muhteşem Kadın-Gece

Hayatı karanlık caddelerde tüm gücümle aramaya koyuldum. Saat sabahın üçüydü. Sokak lambaları, boş meydanları ve karanlık sokakları olanca gücüyle aydınlatmaya çalışıyordu. Orada burada duran uyanık güvercinler ışığın körlüğünden iyice sersemlemiş gibiydiler. Acaba bu güvercinlerin boyunları kolay kırılır mıydı? Sanırım evet. Zavallı güvercinler. Zavallı ben. Sokaklarda birkaç insana da rastladım. Hiçbirisi gündelik işlerini yapıyormuş gibi gözükmüyordu. Zaten saat üçü çeyrek geçe hangi normal insan sokakta olurdu ki! Bazıları ayyaş şarapçılardı, ayakta durmakta bile zorlanan; bazıları da süslü kadınlardı. Belki kadın bile değildiler. Yürürken yalpalıyorlardı, canları acırmış gibi. Fahişe miydiler acaba? Neyse ne! Gecenin bu vaktinde sokakta gördüğüm bu insanlar beni mutlu etmiyordu, çünkü hiçbirinin ruhdaşım olmadığını biliyordum. Ya günün önceki saatlerinde uyumuşlar ya da evlerine gidip kapılarını kapadıklarında uyuyacaklardı. Sahi fahişeler ne zaman uyurdu?Leopar desenli bluz ve siyah parlak taytını kırmızı rugan ayakkabılarıyla tamamlayan ve kafasındakinin sentetik bir peruk olduğuna yemin edebileceğim o kadına gözlerimi dikince kendime kızdım. Fahişelerin uykusundan şüphelenmek de ne fikir ama! Herkes uyur. Uyku geçmişle bugünü bağlar. Uyku sindirir, yaraları sarar. Uyku kaçıştır. Uyku eşitler. Herkesi. Benden başka herkesi.Karşıma çıkan ilk sokağa daldım ve ıslanmış paçalarımı sürükleyerek yokuşu tırmandım. Küçük kapılı bir apartmanın önünde durdum. Sigaramdan aldığım son nefesin ardından izmariti yere attım ve iyice ezdim. Muhteşem kadın iş başında! Kapıyı zorlanmadan açtım. İçeri girer girmez sensörlü lamba kısık bir ses çıkararak ortalığı aydınlattı. Aniden karşımda beliren yaratık koca gözlerini üzerime öyle bir dikti ki… Korkumdan neredeyse dilimi yutacaktım. Neyse ki, hepsi buydu. Ardından nispeten daha küçük bir kapıyı yalnızca iki parmağını sonuna dek iterek açtı ve içeri ilk adımımı attım. Yeni bir karanlığa attığım ilk adımdı.O karanlıkta fark edilmeleri hiç de kolay olmayan penguenler sayıca çok fazlaydılar ve hemen hemen her şeyden nefret ediyorlardı. Yemek yapmaktan ve temizlikten hiç anlamıyorlardı. Günde iki öğün tabaklarımıza doldurdukları lapalar küf kokuyordu. Zaten burada her yer küf kokuyordu. Saçlarım bile. Penguenler ortalığı temizlemediği gibi kendileri de pislerdi. Göğüslerindeki beyaz şeritler isli gibiydi, griydi. Bir gece, ben ve benim gibi birkaç kişinin daha yatak odası olarak kullandığımız odaya penguenlerden biri geldi. Yan yataklarda yatan bir çocuğun yanına gitti ve yakasından tutarak zorla kaldırdı onu. Ağzını açtı ve erimekte olan bir parça çikolatayı çıkarttı pençeleriyle. Çocuk kustu. Burada hiçbir şey gizli kalmıyordu. Damakların altına saklanmış bir parça fıstıklı çikolata bile. Penguen daha sonra beni fark etti ve kapının önünden geri döndü. Yanımda yatan adamı görmüş olmalıydı. Adamı. Hatta adamın beni kucağına aldığını ve saçlarımı öptüğünü. Ellerini yorganın dışında değil de çamaşırımın içinde tuttuğunu. Penguen tüm bu edepsizlikler karşısında çok sinirlendi. Pençelerinden kurtuldum; ama sıkı bir tokat yemekten kaçamadım. Canım çok yansa da hiç ses etmedim. Gözlerimi sıkıca yumdum ve penguenin attığı adımların gittikçe azalan seslerini, ardından da kapıyı sıkıca kapatışını dinledim. Sinirli sinirli söylenmesi kapının ardında da devam ediyordu.Penguenin gittiğinden iyice emin olduktan sonra ben de elimi yorganın altına soktum, adamı hissetmeye çalışıyordum. Sağ elini karnımın yan tarafına koymuştu, parmak uçları ara sıra göbek deliğime değiyordu. Gıdıklanıyordum; ama kesinlikle gülmüyordum. Hatta neredeyse nefes bile almıyordum. Sol eliyle ise sırtımı okşuyordu. Tenim biraz pürüzlü de olsa sevmiş gibi bir hali vardı. Hareketleri plansız bir ahenklikteydi. Seviyordum.Ona doğru dönmek ve aklımdan geçenleri paylaşmak istedim. Tam yüzümü döndüğüm sırada dirseğimi yatağın madeni başlığına çarptım ve bir an için tüm sinirlerim sıkıştı. Adamın kulaklarının nerede olduğunu göremediğim için nefesinin sıcaklığının geldiği yöne iyice yaklaştım ve usul usul seslendim:“Buradan gitmeliyiz.”Kalktık ve giyindik. Gıcırdayan tahtalar üzerinde attığımız birkaç adımın ardından bazı yataklarda kıpırtılar olduğunu gördüm. Uyanacaklar ve bizi ihbar edecekler diye korktum.“Sessiz ol,” dedim. “Bizi duymasınlar.”Ve ilk kez konuştu. Gerçi kulaklarını göremediğim gibi dudaklarını da göremiyordum; fakat bu dudaklarının olmadığı anlamına gelmezdi ki! Tüm soyutluğuyla şöyle dedi:“Bazı sessizlikler farklıdır. Bazı sessizlikler kafamızın içindedir.”Bu cümleyi anlayamayacak kadar çocuktum. Ona tüm bu olup bitenleri daha sonra anlatmaya karar verdim. Şimdilik yalnızca koşuyorduk. Elini tuttum ve onu ilk başta içeri girerken kullandığım küçük kapının olduğu yöne doğru çekmeye başladım. En kestirme yolun bu olduğuna emindim. On metre, beş metre.Kapıya vardığımızda, penguenlerin on katı boyundaki o yaratık bu kez de kapının bu yanında duruyordu ve bizi görür görmez ağzını dahi açmadan kapıyı aynı iki parmağını kullanarak açtı. Kendimizi bir anda apartmanın soğuk boşluğunda bulduk. Sensörlü lamba açıldı, dudaklarımızda biriken ter tanecikleri artık alenen görülebiliyordu. Apartmandan dışarı çıktığımızda, göğüslerimiz tüm yorulmuşluğumuzla inip kalkıyordu. Bu, komik bir görüntüydü. Yine de gülmüyorduk.“Ya şimdi?” diye sordu adam.Bu soruyu sormayı ben planlıyordum. Oysa şimdi cevap verecek kişi bendim. Bilmediğim bir cevabı verecek ve adamı rahatlatacaktım. Tanrım, kendim bile bilmediğim bir şeyi nasıl yapacaktım?“Denizimize” dedim ve onu çekmeye başladım. Islak yollarda zorlanarak da olsa denizimize ulaşacağımızdan hiç şüphem yoktu. Yoksa dibi boylayacaktık. Ben meddim, o cezir.Loş ışıkta hareket etmeye alıştığımızdan, bir anda nerden çıktığı belli olmayan güçlü ışık gözlerimizi kör etti, kulaklarımız uğuldadı. Belki de yalnızca benimkiler. Son doksan altı saatin yalnızca yedi saatini uyuyarak geçirmenin üzerime zimmetlediği bitkinlikle yere düştüm ve kafamı taşa çarptım. Kalktığımda alnımdan süzülen birkaç damla kan kırmızı paltoma karıştı ve yok olup gitti.Adam:“İyi olacaksın” dedi. “Belki” dedim, ışıklar söndü.Anlamlı olan son günüm, o gündü.Sonrası mı? Öylesine bir hayat.

Çocuk-Ateş-Düş-Ölüm

Çocukluk.Sen de çocukluğun o kokulardan, uzun ve ağır anlardan oluşan camdan dünyasını hatırlıyor musun? Çocukken deniz kenarına giderdik, suya dokunurdum ben. Suda yüzüm yansırdı, yüzüme dokunurdum, yüzümü tutmak isterdim, durgun suda yavaşça dalgalanan yüzümü; ama tutamazdım hiç. Pırıltılar, ışık çizgileri oluşurdu suda güneş çarptıkça, titrerdi yansımalar, dokunsam bozulurdu. O an’ı saklamak isterdim, otların arasında bulduğum küçük, renk renk kır çiçeklerini saklamak istediğim gibi, bir öğleden sonra senin bedenini saklamak istediğim gibi, çok sıcak, sarılmışken. Çocukluk saklanabilir mi? Belki fotoğraflarda, belki anı defterlerinde. Ama an’lar? Bir öğle vakti güneşin suda yarattığı ışık çemberleri, ince damarlı alanlar, suya yansıyan bir yüz, suda dağılan bir yüz… Bunlar saklanabilir, değişmeden kalabilir mi? Ama sen zaman geçsin, büyüyelim istedin. Büyümek özgür olmak demekti ya, her istediğini yapabilmek. Şimdi istediğin kadar zaman geçti mi keşke bunu sana sorabilseydim. Peki ya neler değişti, ne gördün onca zaman sonra, farklı olan? Yüzler: hep birbirinin aynı gibi, önce tek tek kimilerini tanıyabildiğin, ama öyle çok, öyle değişmiş, birbirine benzemiyormuş gibi ama birbirinin aynı, nasıl şey bu, sert çizgilerle belirlenmiş erkek yüzleri, boyaların gülünçleştirdiği kadın yüzleri, çirkin orta yaşlı kadınlar. Gece ateşin yanında otururken bir an, senle ilk kavga ettiğimiz o akşamüstünü düşündüm, gerçekten özledim seni, her şeyiyle mükemmel olmayı isteyen, asla tanıyamadığım… Gökyüzünün mavi olmaktan çoktan vazgeçtiği, bulutların şeklini yitirdiği garip bir ülkedesin şimdi, eminim. Haritaya göre aramızda yalnızca birkaç santimetre var, benim dünyam mora çalıyorken seninki yeşil belki de. Bilemiyorum.Ama gelecektin. Ve ben sana her şeyi söyleyecektim, şu yazdıklarım gibi, üzerimize yığılmış milyonlarca güzel ya da çirkin şey gibi, sana duyduğum her şeyi anlatacaktım, bu öyküler gibi ya da daha yalansız. Zaten uzaktan gelen bir piyano sesini, kadife örtülü bir masayla kurulmuş evi, bir hayatı, bir iskambil destesinin içine saklanmış kupa kızını başka kime anlatabilirdim ki?Gece biterken bir boşalma, bir anlamsızlık duygusu sardı her şeyi, mutluluk ansızın söndü. Sahi ben hiç mutlu oldum mu? Eğer bir kez gerçekten mutlu olsaydım daha kolay ölebilirmişim gibi. Bana dokunuşunu hatırladım. Kimin eliydi bu dudaklarımı çizen, boynuma sürtünen, sonra incelen, farklılaşan, hızlanan parmaklar halinde göğüslerime uzanan? Tuhaf bir heyecanla bir şeyler bulup sonra da tükettiğimiz zamanlar çok gerideydi ve artık biliyorum, ölüm var.Bütün bunlardan sonra bana kalacak olan, sonsuza dek benimle yaşayacak olan bir tek şey var: elimi uzattıkça benden kaçan, sonra kapı aralığından süzülüp giden bir desen gibi varlığını hissettiğim…Gece küçülüp yeni bir güne gebe kalıyor. Daha fazla acı çekmek istemiyorum, sokak lambaları cılız ışığını saçmaya devam ediyor, eski pencerelerden yansıyor ışıklar.
Bir sigara daha yakıyorum.