27 Nisan 2009 Pazartesi

Çocuk-Ateş-Düş-Ölüm

Çocukluk.Sen de çocukluğun o kokulardan, uzun ve ağır anlardan oluşan camdan dünyasını hatırlıyor musun? Çocukken deniz kenarına giderdik, suya dokunurdum ben. Suda yüzüm yansırdı, yüzüme dokunurdum, yüzümü tutmak isterdim, durgun suda yavaşça dalgalanan yüzümü; ama tutamazdım hiç. Pırıltılar, ışık çizgileri oluşurdu suda güneş çarptıkça, titrerdi yansımalar, dokunsam bozulurdu. O an’ı saklamak isterdim, otların arasında bulduğum küçük, renk renk kır çiçeklerini saklamak istediğim gibi, bir öğleden sonra senin bedenini saklamak istediğim gibi, çok sıcak, sarılmışken. Çocukluk saklanabilir mi? Belki fotoğraflarda, belki anı defterlerinde. Ama an’lar? Bir öğle vakti güneşin suda yarattığı ışık çemberleri, ince damarlı alanlar, suya yansıyan bir yüz, suda dağılan bir yüz… Bunlar saklanabilir, değişmeden kalabilir mi? Ama sen zaman geçsin, büyüyelim istedin. Büyümek özgür olmak demekti ya, her istediğini yapabilmek. Şimdi istediğin kadar zaman geçti mi keşke bunu sana sorabilseydim. Peki ya neler değişti, ne gördün onca zaman sonra, farklı olan? Yüzler: hep birbirinin aynı gibi, önce tek tek kimilerini tanıyabildiğin, ama öyle çok, öyle değişmiş, birbirine benzemiyormuş gibi ama birbirinin aynı, nasıl şey bu, sert çizgilerle belirlenmiş erkek yüzleri, boyaların gülünçleştirdiği kadın yüzleri, çirkin orta yaşlı kadınlar. Gece ateşin yanında otururken bir an, senle ilk kavga ettiğimiz o akşamüstünü düşündüm, gerçekten özledim seni, her şeyiyle mükemmel olmayı isteyen, asla tanıyamadığım… Gökyüzünün mavi olmaktan çoktan vazgeçtiği, bulutların şeklini yitirdiği garip bir ülkedesin şimdi, eminim. Haritaya göre aramızda yalnızca birkaç santimetre var, benim dünyam mora çalıyorken seninki yeşil belki de. Bilemiyorum.Ama gelecektin. Ve ben sana her şeyi söyleyecektim, şu yazdıklarım gibi, üzerimize yığılmış milyonlarca güzel ya da çirkin şey gibi, sana duyduğum her şeyi anlatacaktım, bu öyküler gibi ya da daha yalansız. Zaten uzaktan gelen bir piyano sesini, kadife örtülü bir masayla kurulmuş evi, bir hayatı, bir iskambil destesinin içine saklanmış kupa kızını başka kime anlatabilirdim ki?Gece biterken bir boşalma, bir anlamsızlık duygusu sardı her şeyi, mutluluk ansızın söndü. Sahi ben hiç mutlu oldum mu? Eğer bir kez gerçekten mutlu olsaydım daha kolay ölebilirmişim gibi. Bana dokunuşunu hatırladım. Kimin eliydi bu dudaklarımı çizen, boynuma sürtünen, sonra incelen, farklılaşan, hızlanan parmaklar halinde göğüslerime uzanan? Tuhaf bir heyecanla bir şeyler bulup sonra da tükettiğimiz zamanlar çok gerideydi ve artık biliyorum, ölüm var.Bütün bunlardan sonra bana kalacak olan, sonsuza dek benimle yaşayacak olan bir tek şey var: elimi uzattıkça benden kaçan, sonra kapı aralığından süzülüp giden bir desen gibi varlığını hissettiğim…Gece küçülüp yeni bir güne gebe kalıyor. Daha fazla acı çekmek istemiyorum, sokak lambaları cılız ışığını saçmaya devam ediyor, eski pencerelerden yansıyor ışıklar.
Bir sigara daha yakıyorum.

Hiç yorum yok: