27 Nisan 2009 Pazartesi

Maskeli Balo Ruhu

Fırından yeni çıkardığım puf puf olmuş leziz bir günün kırıntıları. Bir fincan bol köpüklü sıcak çikolatanın eşlik ettiği hoş bir dost sohbeti. Bitimi. Başı görünmeyen otobüs kuyruğu....Otobüsteki son boş koltuğa oturmanın yarattığı büyük keyif sırada beklerkenki tüm sıkıntımı yalayıp yutuyor. Gevşiyorum. Tam karşımda oturan ve eski bir İstanbul beyefendisi olduğu daha ilk bakışta anlaşılan yaşlı adam t- shirtüme can veren ve gerçeğiyle arasındaki yedi farkı asla bulamayacağınız sevgili Charlie Chaplin figürünün yalnızca kendisine değil; şapkasına, bastonuna ve hatta komik bıyığına ayrı ayrı selam veriyor. Kocaman gülümsüyor bembeyaz, protez dişlerini göstererek. Dost canlısı Chaplin bu kez utandığını fısıldıyor kulağıma, çaktırmadan hırkamın düğmelerini ilikliyorum ve suç ortaklığımızı teyit eder cinsten göz kırpıyorum. Öylesine neşeliyim ki, iyiden iyiye kalabalıklaşan otobüste rengarenk çakıl taşları gibi üst üste dizilmiş insanların yaptığı yer tartışmalarına kulak kabartmak istemeyerek, çantamdan her seferinde arap saçına dönmüş vaziyette çıkan kulaklığımı artık olağan karşılayarak çekip alıyorum. İçimden çaldığım ıslık eşliğinde kafam karışa karışa, ellerim birbirine dolana dolana çözüyorum zorlu düğümü. Büyük ve pis camı delerek gözbebeklerimi nokta gibi minicik yapan, son demlerindeki gün ışığının bu anlamsız ve çocukça güç gösterisini gözlüğümün indirdiği siyah perdenin ardında görmezden geliyorum. Yorgun, sıkışmış ve oturanlara kıskançlıkla karışık bir öfke duyan, her frende yaprak gibi ordan oraya savrulan ve paslı, pis demirlere tutunmak zorunda kalan insanların siyah camların ardında da olsalar gözlerimdeki sedefli ışıltıyı görmesinden utanarak sıkıca yumuyorum gözlerimi. Güneşten nazlı nazlı süzülen birkaç damlanın üzerime serptiği altın tozları bedenimi süslerken parmaklarım hiç zorlanmadan buluyor duymak istediğimi: "This Masquerade - George Benson"....Şimdi...Ortaköy'deyim! Ne kadar da seviyorum rengini, dokusunu, havasını... Dizlerime inen siyah, dar elbiseme ve ona uyumlu yüksek ökçeli, rugan ayakkabılarıma uygun antika küpeler alıyorum küçük ve mütevazi tezgahlardan birinden. Benden önce kullanmış olan her bir kadını saygıyla anıp, bu denli zevk sahibi olmalarını ayakta alkışlayarak. Mora daha sonra da laciverte bürünen gökyüzünün gizlediği sokaklarda bir Fransız gibi kararlı adımlar atarak kapısından içeri girdiğim an somonla karışmış ılık oksijenin, tıpkı kuyruklu bir piyano üzerinde gezinen usta parmakların değdiği siyah tuşlar gibi kaburgalarımı usulca okşayıp, içimi doldurmasını ve benliğimi yarım ses inceltmesini an be an hissediyorum. Bahaneler üretmekten vazgeçerek rezervasyonumu yaptırdığım Mike Stern Band programına gelişimi, dibini göremeyeceğimi bile bile kendime armağan ettiğim bir şişe Nippozano ile kutluyorum. 2002 - İtalyan, leziz. Loş ışıkların, şık insanların hayran bakışlarının devleştirdiği gitar, davul ve saksafon tınıları beklenmedik bir şekilde en sevdiğim şarkının en masum sözlerini ve en gerçek melodisini yolluyor oturduğum yere. Kadehime sertçe çarpan yoğun kıvamlı ezgiler siyah elbisemin yanı sıra bej rengi koltukları da kırmızıya boyuyor. Çatallar, bıçaklar ve koltuğumun ladin ayakları hep bir ağızdan aynı şarkıyı mırıldanıyor: This Masquerade....Ve aniden...Geniş bir salon. Birbirine karışarak iğrenç bir koku almış pahalı parfümlerin sindiği fildişi renginde duvarlar. Ellerinde içkileri, ikinci yüzleriyle kendilerini gösterme çabasında, biraz daha sahte, biraz daha yüksek kahkahalar atmaya meyilli insanların varlığını üzülme duygusuna benzer bir acımayla görüyorum. Birbirinden farklı, yaldızlı, kadife kaplı ya da değerli taşlı pek çok maskeye rağmen tek tip insanlar bunlar. Yaratılmaya çalışılan ağır ve saygın havaya inat kuytu köşelerde birbirlerinin dudaklarını tadan, kötü esprilere nezaketen gülen, fahiş paralara alınmış Ca' Macana maskelerinin bile örtemediği o bilindik basit insanları görmenin ne denli irrite edici olduğunu fark ederek sağ elimle sapını tuttuğum Venedik yapımı işlemeli bautama son bir kez bakıyorum. Büyük ve ağır kapının yanına yerleştirilmiş uzun, meşe ağacından, oymalı masaya dizilmiş kara dutlu parfe tabaklarının yanına bırakıp veda etmeden, tıpkı geldiğim gibi sessizce çıkıyorum salondan....Bir kaç saniye sonra...İki göğsümün arasından akıp göbek deliğimde kaybolan ışığı hissediyorum, tıklım tıkış belediye otobüsüne binip, insanları aralayarak cam kenarındaki yerime tekrar geçiyorum. Bir sonraki şarkı olarak Fredie Hubbard'dan Portrait of Jennie'yi seçip zihnimde küçük kıza etten kemikten bir güzel yüz çiziyorum.

Hiç yorum yok: