27 Nisan 2009 Pazartesi

Sarı. Yok.

Kırmızı. Yeşil. O kadar.Eskiden sarı da vardı aralarında, ne olmuş şimdi ona? Yok. Eskiden, daha ben çocukken, başımı arabanın ön koltukları arasından uzatıp şirinlik yaparken ve annemle babam beni severken kırmızıyla yeşilin arasında sarı yanardı. Arkadaki araçların korna sesleri yükselir, babam onlara küfrederdi. Annem küfrettiği için babama kızardı.Artık annem babama kızmıyor. Babam da arabada hiç küfretmiyor. Annem yok. Babam da.Barbaros yokuşunu seviyorum. Trafik sıkışmamışsa ipek üzerinde kayan köpükten baloncuklar gibi gidiyor araçlar. Sonra. Trafik ışıkları. Kırmızı. Yeşil. O kadar. Sarı yok.Otobüslere garip bir sevgi besliyorum. İnsanlar, akbil sesleri, çalan cep telefonlarının neden olduğu tartışmalar. Hepsi güzel. Yolcuları gözlemliyorum, her birinin ayrı senaryosu var hayata dair. Kendimce bir şeyler uyduruyorum. Kendi masalımın tanrısı benim ve biçtiğim rollerin o insanlara yakışıp yakışmadığı umrumda değil. Ayıp şeyleri sadece içimden söylüyorum. Mesela o kadın. Tahmin etmekte zorlandığım çoklukta estetik müdahale sonucu anlamını yitirmiş bir suret. Basit. Çirkin. L şeklinde bir burun. Beş yaşındaki bir çocuğun eline aldığı iki parça oyun hamurunu L şeklinde birleştirmesi sonucu oluşmuş gibi. Ve onu bir türlü bütünleyemeyen iki dudak. Kadın hiç gülmedi. Eğer gülseydi, dudak kenarlarının kesiştiği noktalarda tek bir kıvrım bile meydana gelmeyeceğinden eminim. Sonra bir grup liseli. Yüksek desibelli, neşeli konuşmalar. Bayat espriler. Yine de zevkli dinlemesi. Seviyorum. Bir tek altmış – altmış beş yaş üstü yaşlı adamları gözlemlemeyi sevmiyorum. Ne kadar incelersem inceleyeyim aralarında bir fark göremiyorum, hepsi birbirinin aynısı sanki. Hepsi benziyor, hepsi tek tip. Bazıları gençlerle iletişim kurmaya çalışıyor, bazıları hep soğuk, mesafeli. Bu ikinci grup daha çok “bizim zamanımızda…” diye başlayan cümleler kuran yaşlılar. Ne yaparsa yapsınlar, nasıl davranırlarsa davransınlar aynılar benim gözümde. Kasketli, bıyıklı ya da siyah eldiven giyen bu yaşlı adamların senaryoları yok. Aslında var ama basit. Birkaç sahnelik. Evin kapısından giren bir adam. İki çocuk. Yemek sofrası. O kadar. Gençliklerini göremiyorum bu tek tip insanların.Oysa eskiden, ben çocukken annemin tuvalet masasının önüne oturur, saatlerce aynaya bakardım. Kendimi incelerdim. Daha o zamanlar sevmemiştim burnumun sağ yanındaki küçük beni. Hala da sevmiyorum. Aynaya öyle uzun saatler bakardım ki, sırlanmış camda kendi yaşlılığımı görürdüm. Sonra ağlamaya başlardım. Emin olurdum yaşlandığımda gerçekten öyle gözükeceğime. Çocukluk işte. Şimdi öyle gözükeceğim günleri görmek istediğimden emin değilim, göreceğimden de. Zaten artık ne kadar çok aynaya bakarsam bakayım kucaklayamıyorum yıllar sonrasından gelen o görüntüyü. Odaklanma problemi yaşıyor olmalıyım. En son esrar içtiğim bir gün gördüm kendi yaşlılığımı. Yanımdakilerin de. Söylemedim. Zaten dalga geçerlerdi. Sonra çamaşır makinesini izlemeye gittim. Çalışma prensipleri üzerine biraz düşündüm. Güzeldi.İlerisini göremiyorum. Öncesini de. Ya 1300ler Fransa’sında bir dolandırıcıydım ya da yeryüzünün ilk orospularından biri. Ya cama taş atıp kaçan haşarı bir çocuk ya da o camın ardında koca bekleyen aptal bir ev kızı. Bilmiyorum. Cevap istiyorum. Herhangi bir cevap. Hangi sorunun yanıtını aradığım mühim değil. Bu bir açlık. Belirsizlikleri ortadan kaldırmaya yönelik bir şey yalnızca. Çözüme kurgu. Evet. Bu iki sözcüğü seviyorum. Birkaç soru işaretini kancasından tutup fırlatasım var, altlarına iliştirilmiş eğreti noktaları yerin dibine gömesim.Canım sigara içmek istiyor, gözüm otobüsün orasına burasına, ötesine berisine yapıştırılmış uyarılara takılıyor. Sigara içmek yasak. Otobüste nasıl ayakta kalınır, bunu göstermek adına bir demire tutunmuş iki el simgelenmiş. Alt alta. Üst üste. İki beden hayal ediyorum. İç içe. Mat renkli. Biri düz, biri ters. Yatak soğuk, ayaklar sıcak. Biri diğerine sarılıyor. Sarılırsa kendini çocukluğunda buluyor.Sonra bir başka uyarı. Hamile kadınlardan ve savaş gazilerinden bahseden. Anlatım bozukluklarına kurban gitmekten heba olan o cümle. Hamile bir gazi düşlüyorum. Erkeklik organının içinde bir kadınlık organı olan. Ya da tam tersi. Bilemiyorum. Hangisi daha doğru, düşünüyorum. Öyle uzun, öyle yoğun düşünüyorum ki, boşalacağımı hissediyorum. Boşalmak ya da kusmak. Otobüste her ikisini de yapamam. İçimi temizlemek istiyorum. Belki de burun deliğimden soktuğum ince bir hortumla. Sahi, mide de böyle yıkatılmıyor muydu? Eli korkak alıştırmadan, fazlaca alınan birkaç renkli haptan sonra. Garip.

Hiç yorum yok: