27 Nisan 2009 Pazartesi

Muhteşem Kadın-Gece

Hayatı karanlık caddelerde tüm gücümle aramaya koyuldum. Saat sabahın üçüydü. Sokak lambaları, boş meydanları ve karanlık sokakları olanca gücüyle aydınlatmaya çalışıyordu. Orada burada duran uyanık güvercinler ışığın körlüğünden iyice sersemlemiş gibiydiler. Acaba bu güvercinlerin boyunları kolay kırılır mıydı? Sanırım evet. Zavallı güvercinler. Zavallı ben. Sokaklarda birkaç insana da rastladım. Hiçbirisi gündelik işlerini yapıyormuş gibi gözükmüyordu. Zaten saat üçü çeyrek geçe hangi normal insan sokakta olurdu ki! Bazıları ayyaş şarapçılardı, ayakta durmakta bile zorlanan; bazıları da süslü kadınlardı. Belki kadın bile değildiler. Yürürken yalpalıyorlardı, canları acırmış gibi. Fahişe miydiler acaba? Neyse ne! Gecenin bu vaktinde sokakta gördüğüm bu insanlar beni mutlu etmiyordu, çünkü hiçbirinin ruhdaşım olmadığını biliyordum. Ya günün önceki saatlerinde uyumuşlar ya da evlerine gidip kapılarını kapadıklarında uyuyacaklardı. Sahi fahişeler ne zaman uyurdu?Leopar desenli bluz ve siyah parlak taytını kırmızı rugan ayakkabılarıyla tamamlayan ve kafasındakinin sentetik bir peruk olduğuna yemin edebileceğim o kadına gözlerimi dikince kendime kızdım. Fahişelerin uykusundan şüphelenmek de ne fikir ama! Herkes uyur. Uyku geçmişle bugünü bağlar. Uyku sindirir, yaraları sarar. Uyku kaçıştır. Uyku eşitler. Herkesi. Benden başka herkesi.Karşıma çıkan ilk sokağa daldım ve ıslanmış paçalarımı sürükleyerek yokuşu tırmandım. Küçük kapılı bir apartmanın önünde durdum. Sigaramdan aldığım son nefesin ardından izmariti yere attım ve iyice ezdim. Muhteşem kadın iş başında! Kapıyı zorlanmadan açtım. İçeri girer girmez sensörlü lamba kısık bir ses çıkararak ortalığı aydınlattı. Aniden karşımda beliren yaratık koca gözlerini üzerime öyle bir dikti ki… Korkumdan neredeyse dilimi yutacaktım. Neyse ki, hepsi buydu. Ardından nispeten daha küçük bir kapıyı yalnızca iki parmağını sonuna dek iterek açtı ve içeri ilk adımımı attım. Yeni bir karanlığa attığım ilk adımdı.O karanlıkta fark edilmeleri hiç de kolay olmayan penguenler sayıca çok fazlaydılar ve hemen hemen her şeyden nefret ediyorlardı. Yemek yapmaktan ve temizlikten hiç anlamıyorlardı. Günde iki öğün tabaklarımıza doldurdukları lapalar küf kokuyordu. Zaten burada her yer küf kokuyordu. Saçlarım bile. Penguenler ortalığı temizlemediği gibi kendileri de pislerdi. Göğüslerindeki beyaz şeritler isli gibiydi, griydi. Bir gece, ben ve benim gibi birkaç kişinin daha yatak odası olarak kullandığımız odaya penguenlerden biri geldi. Yan yataklarda yatan bir çocuğun yanına gitti ve yakasından tutarak zorla kaldırdı onu. Ağzını açtı ve erimekte olan bir parça çikolatayı çıkarttı pençeleriyle. Çocuk kustu. Burada hiçbir şey gizli kalmıyordu. Damakların altına saklanmış bir parça fıstıklı çikolata bile. Penguen daha sonra beni fark etti ve kapının önünden geri döndü. Yanımda yatan adamı görmüş olmalıydı. Adamı. Hatta adamın beni kucağına aldığını ve saçlarımı öptüğünü. Ellerini yorganın dışında değil de çamaşırımın içinde tuttuğunu. Penguen tüm bu edepsizlikler karşısında çok sinirlendi. Pençelerinden kurtuldum; ama sıkı bir tokat yemekten kaçamadım. Canım çok yansa da hiç ses etmedim. Gözlerimi sıkıca yumdum ve penguenin attığı adımların gittikçe azalan seslerini, ardından da kapıyı sıkıca kapatışını dinledim. Sinirli sinirli söylenmesi kapının ardında da devam ediyordu.Penguenin gittiğinden iyice emin olduktan sonra ben de elimi yorganın altına soktum, adamı hissetmeye çalışıyordum. Sağ elini karnımın yan tarafına koymuştu, parmak uçları ara sıra göbek deliğime değiyordu. Gıdıklanıyordum; ama kesinlikle gülmüyordum. Hatta neredeyse nefes bile almıyordum. Sol eliyle ise sırtımı okşuyordu. Tenim biraz pürüzlü de olsa sevmiş gibi bir hali vardı. Hareketleri plansız bir ahenklikteydi. Seviyordum.Ona doğru dönmek ve aklımdan geçenleri paylaşmak istedim. Tam yüzümü döndüğüm sırada dirseğimi yatağın madeni başlığına çarptım ve bir an için tüm sinirlerim sıkıştı. Adamın kulaklarının nerede olduğunu göremediğim için nefesinin sıcaklığının geldiği yöne iyice yaklaştım ve usul usul seslendim:“Buradan gitmeliyiz.”Kalktık ve giyindik. Gıcırdayan tahtalar üzerinde attığımız birkaç adımın ardından bazı yataklarda kıpırtılar olduğunu gördüm. Uyanacaklar ve bizi ihbar edecekler diye korktum.“Sessiz ol,” dedim. “Bizi duymasınlar.”Ve ilk kez konuştu. Gerçi kulaklarını göremediğim gibi dudaklarını da göremiyordum; fakat bu dudaklarının olmadığı anlamına gelmezdi ki! Tüm soyutluğuyla şöyle dedi:“Bazı sessizlikler farklıdır. Bazı sessizlikler kafamızın içindedir.”Bu cümleyi anlayamayacak kadar çocuktum. Ona tüm bu olup bitenleri daha sonra anlatmaya karar verdim. Şimdilik yalnızca koşuyorduk. Elini tuttum ve onu ilk başta içeri girerken kullandığım küçük kapının olduğu yöne doğru çekmeye başladım. En kestirme yolun bu olduğuna emindim. On metre, beş metre.Kapıya vardığımızda, penguenlerin on katı boyundaki o yaratık bu kez de kapının bu yanında duruyordu ve bizi görür görmez ağzını dahi açmadan kapıyı aynı iki parmağını kullanarak açtı. Kendimizi bir anda apartmanın soğuk boşluğunda bulduk. Sensörlü lamba açıldı, dudaklarımızda biriken ter tanecikleri artık alenen görülebiliyordu. Apartmandan dışarı çıktığımızda, göğüslerimiz tüm yorulmuşluğumuzla inip kalkıyordu. Bu, komik bir görüntüydü. Yine de gülmüyorduk.“Ya şimdi?” diye sordu adam.Bu soruyu sormayı ben planlıyordum. Oysa şimdi cevap verecek kişi bendim. Bilmediğim bir cevabı verecek ve adamı rahatlatacaktım. Tanrım, kendim bile bilmediğim bir şeyi nasıl yapacaktım?“Denizimize” dedim ve onu çekmeye başladım. Islak yollarda zorlanarak da olsa denizimize ulaşacağımızdan hiç şüphem yoktu. Yoksa dibi boylayacaktık. Ben meddim, o cezir.Loş ışıkta hareket etmeye alıştığımızdan, bir anda nerden çıktığı belli olmayan güçlü ışık gözlerimizi kör etti, kulaklarımız uğuldadı. Belki de yalnızca benimkiler. Son doksan altı saatin yalnızca yedi saatini uyuyarak geçirmenin üzerime zimmetlediği bitkinlikle yere düştüm ve kafamı taşa çarptım. Kalktığımda alnımdan süzülen birkaç damla kan kırmızı paltoma karıştı ve yok olup gitti.Adam:“İyi olacaksın” dedi. “Belki” dedim, ışıklar söndü.Anlamlı olan son günüm, o gündü.Sonrası mı? Öylesine bir hayat.

Hiç yorum yok: