27 Nisan 2009 Pazartesi

Bed-Fercam

Sol yan… Sıcak…Kaloriferin on dört peteğinden homojen olarak yayılan ısı dalgaları bedenini eşit oranda ısıtmıyor. Çekirdeklerini bir türlü kıramadığın inatçı ve arsız hücrelerin, dış çeperlerinden başlayarak eriyor. Merkezi hep buz gibi oysa. Birbirine kenetlenmiş umursamaz acılar, kahkahalar, gözyaşları… Ve alfabenin peş peşe dizilmiş üç harfi devreye giriyor, durduruyor seni. Alelade üç harf, ağızdan bir çırpıda çıkıyor; ki zaten tek hece: por. Beynine kazınmış iki sözcük: seçici geçirgen. Porlar bu kadar umutsuz seni seçemiyor, tanımıyor, tanımlayamıyor. İzin yok, zehri daha fazla içine akıtamıyorsun. Teslim ol, etrafın sarıldı!Zemin… Soğuk…Etrafın bir güvenlik bandıyla çevrili, başında müthiş bir kalabalık. Her ağızdan ayrı ses çıkıyor, sanki herkes doktor. Telaşlı kalabalıkta en telaşsız sensin. Yerde yatan sene uzaktan bakıyorsun sadece, kılını bile kıpırdatmadan. Görüyor musun, ne kadar da zavallı gözüküyorsun! Yerdeki senin canının acıması gerekiyor; fakat hissetmiyorsun. Farkında olduğun tek gerçek: soğuk. Ellerin soğuk. Göğsün soğuk. Betona tokat yemiş gibi çarpan yanağın soğuk. Mor. Ne mecalin var kafanı kaldırıp kendini bıraktığın yüksekliği selamlamaya, ne de cesaretin. Cesur değilsin, cesur olmalısın. Pek de iyi görmeyen gözlerini kısarak saymalısın çocuk parkının hemen yan tarafındaki apartmanın katlarını. Sen onuncu katta oturmuyor muydun? Onuncu kattan atmamış mıydın kendini? On. Ne küçük sayı. On. Ne büyük sayı.Işık… Parlak…Saymaya başlıyorsun. Ona kadar gelemeyeceksin. Bir, iki, üç. Sonrası derin bir uyku. Hissiz. Vücudunu saran beyaz deri ve sol kolunu yırtmak istercesine yüzeye yerleşmiş yeşil damar demetlerin. Bir de ince uçlu bildik şırıngalardan herhangi biri. Alelade. Hiçbir zaman sus işareti yapanlar kadar güzel olmayan hemşirelerden biri şırınganın içindeki havayı almak için arkasına birkaç milimetre kadar bastırıyor ve kenarından sızan şeffaf damlacıklar teyit ediyor yapılan işlemin doğruluğunu. Bazı davranışların doğruluğunu anlamak ne kadar kolay! Sorgulamak gerekmiyor, yalın. Senden kaçıp kurtulan damlacıklar ürpertirken, yeşilini bulanlar acıtıyor. Canın acıyor. Sol koluna işlediğin yirmi altı kesikten hiçbiri bu kadar yakmamıştı canını oysa. Hayat garip, sen de öyle. Kan bile yok, ama acıyor. Bir tutam da ameliyathane kokusu. Miden kalkıyor…Kapak… Kirli…Odandan banyoya koşuyorsun. Neyse ki karşı karşıyalar. Ve şanslısın ki kapak açık. Başını öne eğip boşaltıyorsun içindeki bozuk kıvamlı, bulamaç gibi şeyi. Her şey o. Her şey. Açıkta unutulmuş ve kurtlanmış bazı düş kırıklıkları, son kullanma tarihleri dolmuş aşk lokmaları, fazlaca baharatlanmış tebessüm dilimleri. Ve güç sende, tanrı sensin. Sifonu çektiğinde oluşacak olan girdapta kurtulacaksın hepsinden. Tıpkı ruhsal orgazm gibi. Bu kez tanrı da ters köşeye yatıyor ama, onun da ayağı kayıyor. Boğazına yerleşen acı tat bir türlü geçmek bilmiyor, her nefesinde biraz daha çoğalıyor. Biraz daha miden bulanıyor. Kısır döngüler… Pissin sen. İçin pis, kalbin de. Bundan böyle hiç kimse bordo kaplı defterine ‘bana kalbin kadar temiz…’ diye başlayan cümleler yazmayacak.Sayfa… Yırtık…Birkaç sayfayı eksiltmişsin yoklukları belli olmaz diye. Neden, diye soruyorum, bir zavallının intihar mektuplarına benzedi, diyorsun. Gülemiyorum. Halının üzerine fırlattığın dolma kaleminden sızan mürekkep, şişesinden süzülen kaliteli sayılabilecek şarap damlalarıyla tam da oturduğun minderin köşesindeki sivrilikte buluşuyor. Çift kat dikiş var, zeytin yeşili iplikle. Öyle sağlam ki… İki ucu birbirinden ayırman imkansız. Seni, diyorum, diksem öyle kendime. Önce teğellesem, sonra kenarlarını iğne oyasıyla işlesem. Güzel olmaz mıydık? Mürekkebin siyahı şarabın kırmızısını nasıl da bütünlüyor. Siyahla kırmızı ne kadar da yakışıyor!Ay… Yarım…Bilmem kaç yüz yıllık kurumuş ağaca yaslanmışsın, göbek deliğinde yetmiş beş kiloluk ağırlık. ‘Yük en çok nereye biner?’ sorusuna cevap verir gibi; küçük çukuru, tabutun üstüne atılan toprakla doldurur gibi. Yıldızlar sönük, hava karanlık. Dudakların, boynunun sol yanına pençelerini geçirmiş dil kadar kırmızı, bir de sıyrılan elbisenin altında gözüken çamaşırın kadar. Masum bir kırmızılık. Gecenin siyahı acımasız oysa. Kırmızı ve siyah artık hiç yakışmıyor. Kurumuş otların üzerinde, hayvani bir güç zorluyor seni, tüm dokularını kanırtıyor, kadınlığından utanıyorsun. ‘Dayan, şimdi biraz daha derine. İşte böyle, çok güzel. Kes sesini. Ya da bağır. Seni burada kimsecikler duyamaz.’Kulak… Duymuyor…Göz… Görmüyor…Aslında hiçbir şey bilmiyorsun…Ve henüz sen bile bilmesen de,Yeryüzündeki tüm maymunlardan nefret ediyorsun.

Hiç yorum yok: