27 Nisan 2009 Pazartesi

Sallanan Koltuk

Yeşil döşemeli, oymalı kakmalı, antika sallanan koltuğumda oturmuş bir ileri bir geri giderken tırnaklarımı kemiriyordum. Ne kemirmesi canım, düpedüz yiyordum işte! Yaktığım sandal ağacı tütsüsü odama huzur dolu, dingin bir enerji armağan ediyordu. Birkaç metre ilerdeki bilgisayarımdan beni hipnotize edebilecek denli sakin, yalın bir melodi yükseliyordu. Playlistimde tek şarkı vardı. Sıkılmıyordum hep aynı şarkıyı dinlemekten, büyüleyici olduğunu düşünüyordum aksine. Tıpkı yapmam söylendiği gibi bir öne bir arkaya gidip geliyordum belli bir ritimde, koltuğun meşe ağacından yapılmış kızak ayakları üzerinde, David Carbonara Babylon u seslendirirken. Aniden midemin ağzımdan çıkacağı gibi bir hisse kapıldım ve yaşandığı taktirde bu tarz sevimsiz bir olaya şahit kalmamak için gözlerimi sıkıca yumdum....İyi törpülenmemiş tırnaklarını etimin en derinine sokup göğsümü yırtıyor bir el. Hiç de nazik olmayan bir hareketle ruhumu söküp çıkarıyor göğsümde yarattığı boşluktan. Bir an için elin büyük mü, yoksa küçük mü olduğunu düşünmeye koyuluyor, sonra bunun çok gereksiz olduğunu fark ediyorum. "Ne önemi var" diyorum, "Ruhumu özgür kılmadı mı sonuçta". Bu esnada gözlerim hala kapalı ve midem gırtlağımda bir yerlerde takılı. Bugüne dek içinde bulunduğum bedene bu kez pek bir yukardan bakıyorum, çok şımarıkça, evet. Ama ne yapabilirim ki gördüklerimden hoşnut değilim. Bir türlü şekle sokulamamış saçlar, kemerli bir burun, suratıma eblek bir ifade katan kocaman yanaklar... Ve çok da ince giyinmişim, sahi hasta değil miydim ben?Evin içinde dolanmaya başlıyorum. Yatak odasına süzülüyorum ilk olarak sessizce, içerde neler olup bittiğini merak ediyorum küçük bir çocuk gibi. Ama beklediğimi bulamıyorum. Annem yorganı burnuna dek çekmiş yalnız yatıyor. "Kavga etmişler demek" diye düşünerek bir başka odaya geçiyorum. Hahh, babam burda işte, buluyorum onu. Üzerinde hala kot pantolonu ve gömleği var. Başının altında kuş tüyü bir yastık, üzerinde dandik bir battaniye kanepeye uzanmış uyumaktan çok sızmaya benzeyen bir eylemin doruklarında.Evin sessiz dolayısıyla da sıkıcı olduğunu düşünerek dışarı çkıyorum. Bana niyeyse pek itici, pek yapay gelen çabucak büyümeye programlanmış, site yönetiminin son hizmeti olarak ekilen rulo çimlerin üzerine uzanıyorum. Çok soğuk tabi, ürperiyorum başta. Gökyüzünü incelemeye koyuluyorum, herbir santimetrekaresine aynı özeni göstermeyi planlayarak. "İşte! Büyük Ayı" diyorum heyecanla. "Bak! Cezveye benziyor." Sonra Küçük Ayı'yı aramaya koyuluyor gözlerim ilkokuldan kalmış birkaç küflü bilginin eşliğinde. Tam da benden beklendiği gibi bulamıyorum. Çok iyi geliştirdiğim savunma mekanizmam bir güzel devreye giriyor. "Sağ gözüm 4, sol gözüm 2.5 derece miyop benim. Nasıl göreyim ben Küçük Ayı'yı. Hem o takım yıldız sönük olur, zordur bulması." Burda vurgu yaptığım şey yıldızların sönük olduğunu da biliyor olmamdır mesela. Hey Allah'ım! Ne gerek varsa sanki! Zaten yalnız değil miyim, kime tüm bu açıklamalar, kendini korumalar?Beynimde bir ampul yanıyor. Başka zaman olsa düşünmeye bile cesaret edemeyeceğim bir fikre o an bedensizliğin dayanılmaz hafifliği sayesinde yalnızca "Küçük bir yaramazlık bu sadece" diyerek kahkahayı basıyorum. Bir başka semtin lüks sayılabilecek evlerinden birinin çatı katında buluyorum kendimi birden. Gözüme çarpan ilk şeyler eğimli bir tavan ve tavandaki sürgülü küçük bir pencere oluyor. Pencereden gökyüzüne bakıyorum bir kez daha ve yine bir kez daha Küçük Ayı'yı bulamıyorum. Neyse... Duvarın dibindeki yatakta 'O' yatıyor, yarıçıplak, ağzı hafifçe yana kaymış, aralık ve sanki her an koyu kıvamlı salyası yastığına akacakmış gibi. Kesinlikle çok ahmak bir görüntü sergilediğini düşünüp işaret parmağımı ısırarak kıkırdıyorum. Ardından şortumun cebinden teneke bir kutu çıkarıyorum, açınca ortalığı keskin bir boya kokusu kaplıyor. "Ohhh!" diyerek içime çekiyorum, en sevdiğim kokulardandır da bu. Kafamı yere koyduğum kutunun içine sokarcasına eğilip bakınca gözlerime inanamıyorum, tek bir kutunun içinde nerden baksan yüz - yüz elli renk var. Aklıma birden o malum bilmece geliyor: Çarşıdan aldım bir ta... Üff, ne saçmalıyorum ben yine! Elimi atıp çalışma masasının üzerinden bir fırça alıyorum, şöyle kaliteli olanlardan. Ve ekipmanımı kullanarak tüm vücudunu rengarenk boyuyorum 'O'nun. İşim bittikten sonra birkaç adım geriye çekilip şaheserime bakıyorum gururla. Hmmm... Evet... Sanırım biraz sürrealist bir çalışma olmuş. Gittiğim Dali sergisinin bir parmağı olmalı bu işte. Sonra bir an için beynimi susturuyorum ve kalbimi kemirmeye devam eden farenin çıkardığı sinir bozucu 'fin fin fin' sesini dinliyorum. Peki neden hala devam ediyor bu lanet olası fare bana mısın demeden, 'O'nu soktuğum aptal şekle rağmen? Aman Tanrım, öfkeden deliye dönüyorum işte o an ve sıtma nöbetine tutulmuş gibi tir tir titremeye başlıyorum. Elim, kolum, bacağım ayrı titriyor.Hor görerek burun kıvırdığım 'kendi' bedenime bu kez kaptan köşkünden denize balıklama dalmışçasına giriyorum. Gözlerimi açtığımda midemin gırtlağımdan aşağı doğru kayarak yerine oturduğunu fark ediyorum. Bir "Ohhh" çekiyorum şöyle en derininden. Burnuma boya kokusu gelmiyor artık; lakin sandal ağacının uyuşturucu kokusunu da almıyorum. Bitmiş tütsünün ip gibi külünü görünce neşem kaçıyor bir an için. Ama koltuk hala sallanıyor mesela, bu iyi bir haber. Sallanıyor sallanmasına da bir eksik var: Babylon yankılanmıyor artık beynimin içinde. Yine, yeni bir öfke. Kafamı uzatıp masama bakınca bilgisayarımın ekranının kararmış olduğunu görüyorum, şarjı bitmiş olmalı.

Hiç yorum yok: