23 Aralık 2009 Çarşamba

Tüyler, Çarşaflar ve Yetişkinler İçin Ninniler

Sessizlik büyüyor.Sessizlik çok fazla büyüyor. Üstelik bu sessizlik ben çocukken, akşamüstleri yazlığımızın bahçesinde oturmuş, sıcaktan iyice gevşeyen çamaşır iplerinden topladığım renk renk mandallarla oynarken içinde bulunduğum sessizliğe hiç benzemiyor. Ürkütüyor.
Çocukken en iyi arkadaşlarım mandallardı, bir de çoktan tedavülden kalkmış bozuk paralar. Mandallar uçan araba, paralar bu dünyadan gitmek isteyen insanlardı. Işık hızına kaptırır yollardım onları. Koltuğun altına kaçanlar geri dönmezdi asla, gelenler elimde pas kokusu bırakırdı. Severdim o kokuyu, dedemle gittiğimiz çocuk parklarında, dedem beni son sürat sallarken, başımı geriye atmış bulutlara bakarken de aynı paslı demir kokusu sinerdi ellerime.

Yıllar sonra bir adam öptü beni, dudaklarım kanadı, aynı tat vardı. Boynum morardı, kasıklarım acıdı.

Hiçbir süslü elbisemi sevmedim, en sevdiğim giysim pazardan zorla aldırdığım turuncu fitilli kadife pantolondu. Ceplerim hep iğde doluydu, tek katlı evin çatısına gizlice çıkıp aşırdığım günkuruları bir de. Önce evden kaçan kedime küstüm, sonra ölen dedeme. En son da lülelerinden sıkılıp pırasa gibi uzamaya başlayan saçlarıma. Bir gün kaktüsüm çürüdü, çok su vermişim meğer. Çocuk aklımla topladım eşyalarımı, gidiyorum ben dedim sinirli sinirli babaanneme. Gözlerim dolu doluydu üstelik.

Kapısını çaldım o adamın, apartmanın otomatik ışıkları sönmüştü. Yer döşemesinden yansıyan ayak seslerini duydum. Yalın ayaklar. Kapının ardında hırıltılı bir nefes, deliğe yaklaşan bir göz. Kapı açıldı sonra, içeri girdim.
Karşılıklı oturduk, konuşmadan. Yerlerde aynı halılar, duvarlar aynı renk, aynı eski mobilyalar. Değişime ayak uydurmak gerek diye geçirdim içimden. Değişen dünyaya, mobilyalara, hayatlara, yatağı paylaştığımız bedenlere.
Sevişmek istedi. İstemedim, korktum.
Teninin ısısından, kokusundan, uyumaktan, şarkı söylemekten, boşalmaktan, uyanmaktan korktum.
Bir odada uyumaya çalıştım tüm gece, döndüm duydum yatakta, sigara içtim, sağ yanı kırık aynada torbalanmış göz altlarıma, çocuk cılızlığıma baktım.
Uyumuşum sonra. Uyanmam için hiçbir neden yokmuşçasına uyumuşum.
Sabah geldi, uyandırdı beni.
Ağzı açılmamış valizime baktı. Yerleşmemişsin, dedi.
Gideceğim, dedim.
Nereye olduğunu bilmiyordum ama gidecektim.
Değişmeyen şu mobilyalar yüzünden, sokak satıcılarının bağırtıları, gökkuşağının kayıp renkleri, çocukluğum, ölen herkes yüzünden gideceğim, dedim.

Herkes ölüyordu; ama adam hala karşımdaydı.
Eşyalarımı aldım, çıktım, ondan kaçıyordum. Vapurlardan, uğultulardan, ayakkabı boyacılarından, tüm fahişelerden kaçıyordum.

Peşimden gelmedi.
Bu kez ortada morarmış bedenleriyle iki ölü vardı.

Mercan Dudaklarımda Rüzgarın Islığı

'Yazı mı tura mı?' sorusuna vereceğim cevap kadar kolay olsaydı eğer seçimim, tura derdim. Para havada birkaç takla atar sonra düşerdi elime, tersini çevirir bakardım, tura gelirdi. Hiç sorgulamazdım nedenini, şans derdim ya da bir süregelmişlik.
Oysa şimdi tam da yol ayrımında durmuş, ayaklarımın beni nereye sürükleyeceğini merak ediyorum. Yazı turaya verir gibi net bir cevabım yok. Üstelik bu kez şans param da cebimde değil. Güçsüz ayaklarımın yüklendiği bedenimin tepesinde asılı duran kafam artık daha fazlasını kurmak istemiyor. Bocalamak yorucu, boşvermişlik duygusu kaplıyor her yanımı, akışına bırakıyorum.
Kılını bile kıpırdatmadan içinde bulunduğu duruma dışardan bakmak ilginç bir şey. Olacakları kestirebilsen bile haberin yokmuş gibi davranmak, tıpkı iki okey oyuncusunun arasına oturmak gibi, birinin diğerinin ara taşını atışını seyretmen ama müdahale edememen gibi. Oysa ben bu sefer hiçbir şeyi kestiremiyorum, bütünüyle boşluk.Akışına kapılmak dedim ya, rüzgara kapılmak gibi biraz.
Yanaklarım kızarmışken, saçlarım uçuşuyorken, gözlerim iyice kısılmış ama ben kahkaha atıyorken çektiğin fotoğrafım kadar gerçek. Siyah beyazken daha güzel olur dediğin zamanki kadar -ki aslında hiç istememiştim mürdüm şapkamı grinin boğuk bir tonunda- sıkıcı. İnan buna, olayları akışına bırakınca da sıkıcı olabilir, mesela bunu sık sık yapıyorsan. Artık hayat kendi planlarını senin üzerinde ustaca uyguluyorsa, sesini çıkaramıyorsan ve kendini ipin ucundaki kukla gibi hissediyorsan.
Oysa eskiden bu değildik, fikirlerimiz vardı, karşı koyduklarımız, bir battaniyenin altında birbirine sokulan bacaklarımız vardı.
Biz çok geride kaldık.
Kitaplarda altını çizdiğimiz cümleleri birbirimize okumayı bıraktığımız, belki de çubuk kraker paketinin dibine birikmiş susamları ağzımıza doldurmaktan zevk almadığımız gün bitmişti aslında her şey. Siyahla beyaz arasında gidip gelmeye başlamıştık, grinin her tonuna bata çıka, yüzümüz gözümüz çamur içinde, birbirimize el uzatmadan, sen artık içime girmeden. Aynı yatakta yüz yüze değil de sırt sırta yatmanın tadını almıştık bir kez, dönmek olmazdı. Yüz yüze gelmek yüzleşmekti, gücüm yoktu, cesaretin var mıydı?
Nefesini hissetmeden uyumak ne kadar zor olabilirdi, çocukken elimi yaktığım sobadan ya da ağzıma attığım bir avuç cin biberinin verdiği acıdan daha fazla olabilir miydi? Asla Paris fotoğraflarıyla donatmadığımız beyaz duvarlara bakmak, saatler boyu... Beyaz artık saflık değil, boşluktu, suratımda büyüyen, halka halka yayılan, beni içine çeken.
Rüzgara kapılıp gitmek böyle bir şeydi. Bir zamanlar kadraja benimle birlikte gülümseyen rüzgar... Bunu fark etmek ellerinde büyümüş birini toprağa vermek gibiydi, böyle keskin dönüşleri yaşamak yontuyordu belki de en sivri köşelerimizi. Fakat ne olursa olsun bazı değişimler kabul edilemiyor, tıpkı rüzgarın acımasızlığını kabul edemeyişim, artık ısıtmadığın tenimi görmek bile istemeyişim gibi.

Kağıt Kokulu Çocuk

İnsan yüreğinden başka hiçbir yerde sessizliğin olmadığı bir yer burası. Kalabalık sokakları, ışıl ışıl geceleri, güzel kadınları ve yüksek sesli müzikleriyle artık gücümün yetmediği şehir.Tek istediğim düşlerimin kağıttan evine gitmek. Eski Rum evleri gibi biraz. Sıvaları dökülmüş, soğuk. Yalın ayaklarımla betonun soğuğunu hissetmek istiyorum sadece. Soğuğu hissedersem eğer, yaşadığıma inanabilirim.
Babaannemin kaynattığı çubuk tarçının kokusu saçlarıma sürdüğü kınanın kokusuna karışmıştı. Midem. Sıkıştı, yumruk yumruk... Boğazıma bir şey düğümlendi, ağlayamadım.Sonra şeftali getirdi babaannem, yiyemedim, kızdı. Dedem ölmeden önce şeftali istemişti bizden, yetiştirememiştik. Bu yüzden yiyemediğimi söyleyemedim ki. Oturduğumuz taş gibi divanın sol ucuna baktım, boş... Dedem otururdu orada, şimdi boş. Başımı kaldırıp babaannemin yüzüne baktım.

- İnsanlar ölünce nereye giderler babaanne?
- Bir başka ülkeye.
- Gökyüzü mavi midir peki orada da?
- Öyledir herhalde.
- Peki çocuklar ölünce nereye gider?
- Çocuklar ölmez.

Yalan söylemişti babaannem bana, daha o öğlen bahçede çocuk karıncaları öldürmüştüm ben. Önce elimdeki sopayla yollarını tıkamış sonra da renkli sandaletlerimle ezmiştim onları. Bir kez daha sordum babaanneme.

- Çocuklar ölünce nereye gider?
- Boşluğa karışırlar. Küçük kuşlar gibi kollarını açıp uçar onlar.
- Öyleyse hep ölsün çocuklar, uçsunlar.

Kendimi bembeyaz kanatlarla -kuzenimin okuma bayramında taktığı melek kanatlarıyla- hayal ettim, elimde elma şekeri, uçarken. Babaannemin zorla kına yaktığı saçlarıma rağmen mutluydum. Pembe bulutların içinden geçip yemyeşil kentlere baktım. Bir baloncu, yaşlanmış bir maça kızı bir de pazar tezgahında mürdüm erikleri gördüm.
Ama gökyüzü dünyamıza dahil değildir. Ve şimdi dedemin köstekli saati elimde, toprağı eşeler gibi kendime zamanın içinde bir yer arıyorum. İnce damarlı yaprakların, uçsuz bucaksız denizlerin, ağaçlardan fışkıran bal rengi özlerin olduğu bir yer ya da bir zaman. Çocukluğumu saklamak istiyorum, bez bebeğimi, babaannemin bahçeye kurduğu minderli salıncağımı ve dizlerimdeki yara izlerini; dedemin eski fotoğraf makinesinden çıkan soluk renkli bir fotoğrafmış gibi.

16 Mayıs 2009 Cumartesi

Bu küçük odada mühürlüyoruz sessizliği… Sen ve ben, birlikte…
Pencerenin öbür yanına bezenmiş uyanık ormandan serseri bir fındık ağacını seçip söylediği şarkıları dinliyoruz… Sessizsin sen… Kımıldanıyorum bense… Mırıldanışları susamış dudaklarıma taşıyarak…
Kan, kaya, karanfil ve yanık tadı…
Ağaçtan yükselen ya da teninden bulaşan… Hala küçük bir kızsın, biliyorum…
Yüreği ezik biraz, zavallı… Ayaklarını kayalıklarda büyütmüş…
Gölgende can eriklerinin kokusu…
Yorgunluktan olsa ne çıkar, sözcüklere veremediğin itki? Hem ne gerek var ki konuşmaya zaten, gözlerin gözlerimi kavurduğunda çoktan…
Sen ve ben bir bütün olduktan sonra… Giysilerden köklere kadar… Sudan, tuzdan ve kalçalardan bir bütün…Ben sen, sen ben oluncaya kadar…
Ne çıkar?
Bırak yıkalım tüm heykelleri… Tırmanalım fildişinden kulelere… Eski büyülerden bir yudum içmeye…
Odamda yosun, cılız sarı bir ışık ve çamur…
Sütunlarının arasında hangi gölgeli karanlık belirir? Hangi günaha davetkâr?
Dağlarından, nehirlerinden taşan dişi alevin yakar küçük sonsuzluğumu… Ve gökyüzümdeki yıldızlardan saçılan ışıkta senin isin, senin sesin… Gölgende bal gibi yanan ışıkta… Bal rengi evrenim…
Bir dilim çavdar ekmeği ve yanında köpüklü şarap gibi…
Gel bu küçük odama… Mavinin anlık ateşini çal… Gör iklim suyunun kirazlarını…
Gelirsen atarım okyanuslarımın tüm anahtarlarını…
Küflü kadehlerden içtiğimiz şaraplar, ayak izlerini sürükleyerek düşüyor dünün peşine…
Kırık dökük eşyalar…
Yönsüz ruhlarımız… Kayıp bir tekne gibi gezinen…
Yastık tüyleri ve kırışık çarşaflar etrafa saçılmış… Piyanonun tiz sesleri…
Sar beni tutuşmuş ağzınla… Ya da yak geceden gözlerinle…
Ama izin ver bu gece yüzeyim, uyuyayım adının üzerinde…

15-05-09 / Kırışık çarşafların içinde

Hayatına Kıyısından Dahil Olduğum Kız Çocuğuna

Korkmuyordum…
Tırnak aralarıma giren topraktan ya da etrafımda umarsızca dolaşan küçük canlılardan…
Biraz daha derine inince değdi elim mermer gibi soğuğa, çürümeye yüz tutmuş küçük tahta kutuyu telaşsız bir heyecanla çıkardım gizlendiği yerden… Asırlardır oradaymış gibi… Sanki asla gün ışığını görmeyecekmiş gibi…
Paslı kilidinden ya da küçüklüğünden ötürü çok şey beklemiyordum ondan, ne verebilirdi bana –sahi kocaman dünya ne vermişti sana-, titreyen parmaklarımla biraz zorlanarak açtım… Dedim ya paslıydı, ancak kilitlenmeden öylece konulmuştu, pür bir telaşla… Uzun zaman önce… Asırlar gibi…
Yazdığın, çizdiğin, bozduğun ne varsa, tüm yaşanmışlıkların, her bir rengin, en çok da birbirine karışanlar… Ve yeşil… Mavi… Çocukluğuna karışmış tiner kokusu, oduncu gömlekleri, kırmızı ruganlar ve merdivenlerinden dönerek çıkıp kayan penguenler… Hepsi içinde… Hepsi… Unutmaya yüz tuttuğun ya da çoktan unuttuğun ne varsa… İçinde…
Ve ben kocaman zeytin gözlerimi dikmiş senin olan her şeye, sana bakıyorum… Hayranlık, sevgi, şefkat… Barındırdığım duyguların derinliği mi yoksa çokluğu mu daha çok korkutuyor beni, bilmeden… Nereden geldiğine anlam veremediğim bir duygu bu… Mavinde, siyahında, kızılında beliren…Tıpkı yıllar önceki gibi, hiç bozulmamış mimikler bu gördüklerim, nasıl yapabildin bilmiyorum, biz hepimiz betonarme hayatlara çakılıp kalmışken… Belki de ondan tüm bu ardına saklanmak isteyişim… Yoruluşumdan… Asırlardır süregelmiş gibi hayattan… Kırkyama eteğinin ardına saklanmak istiyorum… Dertsiz… Tasasız… Ve usulca bir türkü tutturmak… Dudaklarım kavruk, etrafta yasemin kokuları… Küpe çiçeğinin zarafetine karışmış…
Bakışların sıcak…
Ada, yağmur ve çocuk sesleri gibi… Şöminede kendi haline bırakılmış, küllerine dönen birkaç fotoğraf… Taş evin soğuğunu sen de duyuyor musun hücrelerinde? Biraz kahve likörü, içini ısıtacak… Ve kararmaya yüz tutmuş gümüş tablasından çıkardığın bir sigara…
Geçmişle ya da kendinle hesaplaşmaya başlıyorken… Kollarından yatak demirlerine bağlanmış kadar gerçekken hayat… Ve o kadar sabitken geçmişin… Üzerinde çok da fazla kafa yorma… Yazdın, çizdin, bozdun, küstün, ağladın… Hepsi geride kaldı, asırlar gibi…
Artık çok büyümüşsün de yüksek tavanlar aslında o kadar da yüksek değilmiş gibi…
Her şey küçülmüş de bacaklarının arasından akıyormuş gibi…
Bir başka muayyen gün hikayesi…

15-05-09 / Herhangi bir yer

Güzel Atlar Ülkesi

'Güzel Atlar Ülkesi' nden yerine ulaşabilen kaçamak bir bakıştı benimki, kimse fark edemesin diye -ki kimse senin gibi anlayamazdı da zaten- zeytin gözlerimi sana çevirdiğim bi an.. Kırmızı güzel yanaklarına dokunduğum andı.. Peri bacalarının, balçık kadehlerin, at yelelerinin, papatyaların, vanilya kokulu şalının arasından sızan bi meltemle, senin melteminle yasemin kokusunu taşıdı bedenime.
Titredim..
O andan sonra seni düşünerek tebessüm ettim, gördüğüm kadehlerde seni içtim, sigaram en güzel yerinde bitmedi, devam ettim..
İspanyol ritmli İbranice şarkılar kulağıma fısıldadılar, ardından Jehan belirdi gözlerimde, öylesine... Seni dinliyordum artık parmak uçlarım yanıyordu saçlarım da alev alevdi, tarçın rengi olmuştum.. Vazgeçemedim, devam ettim..
Yine..
Seninle..
Gökçeada, Ağva, Kapadokya.. Sana gelen yolları biçimsiz taşlar, biçimli dağlar, alkol kokulu dereler, siyah çarşaf görünümlü göller adıyla kapamıştı.. Ama lüzumu yoktu üzülmenin, sadece senin anlayabilceğin biçimiyle, sadece senin..
Yak bi tane..
Yanında vanilyalı likörle..

Fırça İzlerinde İki Kız Çocuğu

Gergin parmaklarımın ucundaki sigarayla yakıp eritsem tüm düğümlerini… Çözülsen… Üzerime… Bütünüyle sen gibi…
Kırmızı ruganlarının topuğuyla ezdiğin geçmiş, biraz paslı belki ya da kırık biraz, bırakmaz mı peşini? Bana gelen yollar hala mı taş, yüzlerimiz toz duman, dudaklarımız soyulmuş, tarçın rengi?
Pencereden vuran ışığın yaktığı tenim ve zeytin gözlerin… Kirpiklerim bakışlarının sıcaklığından kavruk… Ufak bir tebessüm, asla dile gelmeyecek sözler, birbirini anlayan iki kadın… Vişneli sigaraların kokusuna karışan buhur, biçimli parmaklarını usulca gezdirdiğin mum alevi…
Jehan dinliyor ve kendimizi tutkuya aç etimizin itkisine bırakarak, giysilerimize karşın, çırılçıplakmışçasına vücutlarımızı -kim bilir belki de ruhlarımızı- dağlıyoruz… İki bacağımız arasına gizlediğimiz kadınlığımız… Daha ne kadar gizli kalabilirdi ki olduğu yerde? Her yer kanla, terle, korkuyla ıslanmışken… Ve kırışık siyah çarşaflar…
Vanilya kokusuna bulanmış şalım elinde… Uyuyorsun… Baktığım yerden görebildiğim bir de bulut var… Kocaman, beyaz… Yumak yumak…. Ya da yumuk yumuk…Babaannemin elleri gibi…. Çocukluğum, çocukluğun gibi… Sudaki yansımalarımız gibi… İnce çöplerle bulandırdığımız…
Yataktaki küçük kıpırdanmalar… Farkında olunmayan bir iç çekiş… Sana sarılıyorum… Sana sarılırsam… Çocukluğumdayım…Çocukluğum... Evde kimse yokken koridorlarında yalın ayak dolaştığım, buz gibi mermeri duyumsadığım çocukluğum…

13-05-09 / Ağva

27 Nisan 2009 Pazartesi

Sallanan Koltuk

Yeşil döşemeli, oymalı kakmalı, antika sallanan koltuğumda oturmuş bir ileri bir geri giderken tırnaklarımı kemiriyordum. Ne kemirmesi canım, düpedüz yiyordum işte! Yaktığım sandal ağacı tütsüsü odama huzur dolu, dingin bir enerji armağan ediyordu. Birkaç metre ilerdeki bilgisayarımdan beni hipnotize edebilecek denli sakin, yalın bir melodi yükseliyordu. Playlistimde tek şarkı vardı. Sıkılmıyordum hep aynı şarkıyı dinlemekten, büyüleyici olduğunu düşünüyordum aksine. Tıpkı yapmam söylendiği gibi bir öne bir arkaya gidip geliyordum belli bir ritimde, koltuğun meşe ağacından yapılmış kızak ayakları üzerinde, David Carbonara Babylon u seslendirirken. Aniden midemin ağzımdan çıkacağı gibi bir hisse kapıldım ve yaşandığı taktirde bu tarz sevimsiz bir olaya şahit kalmamak için gözlerimi sıkıca yumdum....İyi törpülenmemiş tırnaklarını etimin en derinine sokup göğsümü yırtıyor bir el. Hiç de nazik olmayan bir hareketle ruhumu söküp çıkarıyor göğsümde yarattığı boşluktan. Bir an için elin büyük mü, yoksa küçük mü olduğunu düşünmeye koyuluyor, sonra bunun çok gereksiz olduğunu fark ediyorum. "Ne önemi var" diyorum, "Ruhumu özgür kılmadı mı sonuçta". Bu esnada gözlerim hala kapalı ve midem gırtlağımda bir yerlerde takılı. Bugüne dek içinde bulunduğum bedene bu kez pek bir yukardan bakıyorum, çok şımarıkça, evet. Ama ne yapabilirim ki gördüklerimden hoşnut değilim. Bir türlü şekle sokulamamış saçlar, kemerli bir burun, suratıma eblek bir ifade katan kocaman yanaklar... Ve çok da ince giyinmişim, sahi hasta değil miydim ben?Evin içinde dolanmaya başlıyorum. Yatak odasına süzülüyorum ilk olarak sessizce, içerde neler olup bittiğini merak ediyorum küçük bir çocuk gibi. Ama beklediğimi bulamıyorum. Annem yorganı burnuna dek çekmiş yalnız yatıyor. "Kavga etmişler demek" diye düşünerek bir başka odaya geçiyorum. Hahh, babam burda işte, buluyorum onu. Üzerinde hala kot pantolonu ve gömleği var. Başının altında kuş tüyü bir yastık, üzerinde dandik bir battaniye kanepeye uzanmış uyumaktan çok sızmaya benzeyen bir eylemin doruklarında.Evin sessiz dolayısıyla da sıkıcı olduğunu düşünerek dışarı çkıyorum. Bana niyeyse pek itici, pek yapay gelen çabucak büyümeye programlanmış, site yönetiminin son hizmeti olarak ekilen rulo çimlerin üzerine uzanıyorum. Çok soğuk tabi, ürperiyorum başta. Gökyüzünü incelemeye koyuluyorum, herbir santimetrekaresine aynı özeni göstermeyi planlayarak. "İşte! Büyük Ayı" diyorum heyecanla. "Bak! Cezveye benziyor." Sonra Küçük Ayı'yı aramaya koyuluyor gözlerim ilkokuldan kalmış birkaç küflü bilginin eşliğinde. Tam da benden beklendiği gibi bulamıyorum. Çok iyi geliştirdiğim savunma mekanizmam bir güzel devreye giriyor. "Sağ gözüm 4, sol gözüm 2.5 derece miyop benim. Nasıl göreyim ben Küçük Ayı'yı. Hem o takım yıldız sönük olur, zordur bulması." Burda vurgu yaptığım şey yıldızların sönük olduğunu da biliyor olmamdır mesela. Hey Allah'ım! Ne gerek varsa sanki! Zaten yalnız değil miyim, kime tüm bu açıklamalar, kendini korumalar?Beynimde bir ampul yanıyor. Başka zaman olsa düşünmeye bile cesaret edemeyeceğim bir fikre o an bedensizliğin dayanılmaz hafifliği sayesinde yalnızca "Küçük bir yaramazlık bu sadece" diyerek kahkahayı basıyorum. Bir başka semtin lüks sayılabilecek evlerinden birinin çatı katında buluyorum kendimi birden. Gözüme çarpan ilk şeyler eğimli bir tavan ve tavandaki sürgülü küçük bir pencere oluyor. Pencereden gökyüzüne bakıyorum bir kez daha ve yine bir kez daha Küçük Ayı'yı bulamıyorum. Neyse... Duvarın dibindeki yatakta 'O' yatıyor, yarıçıplak, ağzı hafifçe yana kaymış, aralık ve sanki her an koyu kıvamlı salyası yastığına akacakmış gibi. Kesinlikle çok ahmak bir görüntü sergilediğini düşünüp işaret parmağımı ısırarak kıkırdıyorum. Ardından şortumun cebinden teneke bir kutu çıkarıyorum, açınca ortalığı keskin bir boya kokusu kaplıyor. "Ohhh!" diyerek içime çekiyorum, en sevdiğim kokulardandır da bu. Kafamı yere koyduğum kutunun içine sokarcasına eğilip bakınca gözlerime inanamıyorum, tek bir kutunun içinde nerden baksan yüz - yüz elli renk var. Aklıma birden o malum bilmece geliyor: Çarşıdan aldım bir ta... Üff, ne saçmalıyorum ben yine! Elimi atıp çalışma masasının üzerinden bir fırça alıyorum, şöyle kaliteli olanlardan. Ve ekipmanımı kullanarak tüm vücudunu rengarenk boyuyorum 'O'nun. İşim bittikten sonra birkaç adım geriye çekilip şaheserime bakıyorum gururla. Hmmm... Evet... Sanırım biraz sürrealist bir çalışma olmuş. Gittiğim Dali sergisinin bir parmağı olmalı bu işte. Sonra bir an için beynimi susturuyorum ve kalbimi kemirmeye devam eden farenin çıkardığı sinir bozucu 'fin fin fin' sesini dinliyorum. Peki neden hala devam ediyor bu lanet olası fare bana mısın demeden, 'O'nu soktuğum aptal şekle rağmen? Aman Tanrım, öfkeden deliye dönüyorum işte o an ve sıtma nöbetine tutulmuş gibi tir tir titremeye başlıyorum. Elim, kolum, bacağım ayrı titriyor.Hor görerek burun kıvırdığım 'kendi' bedenime bu kez kaptan köşkünden denize balıklama dalmışçasına giriyorum. Gözlerimi açtığımda midemin gırtlağımdan aşağı doğru kayarak yerine oturduğunu fark ediyorum. Bir "Ohhh" çekiyorum şöyle en derininden. Burnuma boya kokusu gelmiyor artık; lakin sandal ağacının uyuşturucu kokusunu da almıyorum. Bitmiş tütsünün ip gibi külünü görünce neşem kaçıyor bir an için. Ama koltuk hala sallanıyor mesela, bu iyi bir haber. Sallanıyor sallanmasına da bir eksik var: Babylon yankılanmıyor artık beynimin içinde. Yine, yeni bir öfke. Kafamı uzatıp masama bakınca bilgisayarımın ekranının kararmış olduğunu görüyorum, şarjı bitmiş olmalı.

Beş Duyu

"Birlikte çıkılan her serüven birlikte tamamlanamıyor bazen."...Fındık, bademi burukça selamlıyor mesela. Belki de nezaketen. Salonun orta yerindeki koca yemek masasının ahşap dokusundan yayılan taze fındık kokusu boydan boya camla örtülmüş duvarı aşıp beyaz çiçeklerini fütursuzca gözler önüne seren eski dostu badem ağacına bakıyor. Evet, bu kez kokular görüyor, tadıyor, dokunuyor ve duyuyor. Buram buram fındık rayihasından dalga dalga kıskançlık pompalanıyor. "Benim yemişim çok daha güzelken... Koskoca bir haksızlık bu!" diye hayıflanıyor fındık. Ağzına bademin mayhoş ve bir o kadar da nahoş tadı yayılıyor, dili üzerindeki tüm sinirler sevmedikleri bu tadı gerçekten 'sinirlenerek' karşılıyor.Aynı masada yaşadığı büyük hayal kırıklığının etkisinde bu kez kalp ritmini düzenlemiyor fındık. Aksine hızlanmış nabızlar, sıcak ve düzensiz soluklar peyda oluyor. Birbirini tanıyan iki bedene rağmen yabancı iki ruh karşılıklı oturmuş konuşmadan sohbet edebilme yetisini kazanıp kazanmadıklarını kontrol ediyor. Kadının güneş kokan bronz bedenindeki herbir lekenin yerinden haberdar adam bir zamanlar göğüs kaslarında gezinen manikürlü tırnak uçlarını özlediğini fark ediyor. Evin demir kapısını, kart sesli ördeği, seramik saksılardaki sklamenleri de... Aklına gelen her nesne hiç sevmediği turşu suyundan bir bardak daha içiriyor adama. Beyninin bu acı oyununun ne kadar sürdüğünü merak ederek büyük kadranlı Maurice Lacroix saatine şöyle bir göz atıyor.Eskimiş iplik renginden masa örtüsü limon küfüne boyalı duvara, tablolara, oraya buraya bol kepçeden yerleştirilmiş antikaların yarattığı ağır havaya inat orantısızca duruyor salonun orta yerinde. Hiçbir kuralın göz ardı edilmeden yerleştirildiği yemek takımının kusursuzluğu ise örtünün bu cüretini yerle bir etmekte gecikmiyor elbette. Tüm salon Ron Korb'un mükemmel flüt nağmeleriyle dolup taşıyor. Kadın bu sesin Mozart'ınkinden bile sihirli olduğunu düşünüyor nedense. Bu tınılar çok daha tatlı.Adam birkaç saniye içinde kenarında süzüldüğü kadehi terk ederek vaktinden çok önce kullanılmaya başlanan sandık işi örtüye yayılacak olan Poully Fumé damlasını takip ederken, kadın üst kattaki siyah saten nevresimlerin doğurduğu olgun kavun aromasının merdivenlerden kayarak kendilerine ulaşmasından evvel tabaklarındaki balıkların keskin kokusuyla tüm dikkati üzerlerine çekmesi için biryerlerde olduğuna inandığı Tanrı'ya adeta yalvarıyor. O sırada bahur bir merdiven altında gece tanrıçası Nysk'e kısık ateşte iyice demlenmiş, koyu kahkahalar attırmakla meşgul olan tanrı ölümlünün bu isteğini duymuyor bile. Uzunluğunu kendini bile bilmediği hayatında ilk kez tapınılma arzusunu üzerinden çıkarıp vestiyere bırakıyor bakır işlemeli maşrapasından aldığı haşmetli bir yudum biranın yarattığı gevşemişlikle. O esnada 'tesadüfen' oradan geçmekte olan ve içerden yükselen şehvet dolu sesleri gören tesadüfler tanrıçası Fors, tanrıça olmasının bile önüne geçemediği kadınlık duygularıyla binlerce yıllık sevgilisini bir başkasıyla yakalamış olmanın getirdiği büyük mutsuzluğu yalnızca hissetmek yerine boğazına takılan bir kıl yumağını yutarcasına büyük zorlukla, mide bulantıları eşliğinde yutuyor. Beyninin yolladığı bir cümle gözlerinden yoğun kıvamıyla akıyor:"Birlikte çıkılan her serüven birlikte tamamlanamıyor bazen."...Beş duyunun beş parmağının da beş marifetinin olduğu bu öykünün anahtar sözcükleri ise "bu kez", "şu an", "artık", "ilk defa", "bundan sonra". Karanfil aromalı bir sakızmışçasına ağzımızın içinde yuvarlayıp durduğumuz alelade sözcükler. Ve belki de "şu an" tatmaktan vazgeçip "bu kez" gördüğümüz. "Bundan sonra" dokunmayı tercih edip "artık" kokladığımız. En azından "ilk defa" aromasını duyduğumuz...

Papaz Kaçtı?

Çıtırtılar duyuyorum...Kulaklarımın yanı sıra yüzümü gözümü sağır edecek denli sessiz, büyük çıtırtılar. Dünyaya merhaba diyebilmek için kabuğunu kırmaya çalışan bir civciv gibi yüreğimin çeperine abanıyor deli kızım. Bu kez hayat için, hayata tutunmak için. Ağaçların siyah, insan suretlerinin gri olduğu yere gitmekten korkarak......Soyulmuş boyasından amber rengi kalıntıları fışkıran emektar şifonyeri acemi darbelerle vişne çürüğünün en kötü tonuna bürüdüğüm günü hatırlarken bir yandan da sıkışmış üst çekmeceyi ustaca bir hamleyle kurtarıyorum. Sapının bir yanı kırılmış kör makasın, bir zamanlar insanların nasıl olup da takabildiğine aklımın ermediği demode gözlüklerin kutularının, renk renk iplik makaralarının ardına saklanmaya çalışan ve muhtemelen annemin nefret ederek tuttuğu bayramın ilk günü nöbetlerinden birindeki 'acil' ameliyatlardan getirdiği bayandan, az kullanılmış, ikinci el bistürilerden birini papaz kaçtı oynarken daha ilk elde papazı çeken sonra da ondan bir türlü kurtulamayan o talihsiz insanların tüm bunlar yaşanmadan evvel sahip olduğu, gözlerini ışıldatan özgüvenlerinin benzeriyle alıyorum. Sanki ağzımı açsam koyu kıvamlı salyalara bürünmüş güven duygusu bardak bardak boşanacak. Elimde bu kez oldukça eğreti duran bistürinin ne denli parlak olduğunu bir yanını öbür yanına çevirirken gümüş kaplamalı dişleriyle iğrenç iğrenç sırıtan ağzını görünce iyiden iyiye anlıyorum. Yarattığı yoğun ışık art arda sıralanmış tekila shotlar gibi kafa bulduruyor bana ve beyin hücrelerimden bazıları dudaklarının kenarında kalan tuzu iyice emdikten sonra kafatasımın karanlık ve kuytu köşelerinde çoktan sızıyor. Zor da olsa hala ayakta durabilenler sayesinde doğruluğunu garanti edemeyeceğim birtakım düşüncelere saplanıp kalıyorum."Aptal!" diyorum oldukça sert bir ses tonuyla, bir vakitler mürdüm renkli, pinhan uykuya dalamayışımın suçunu kendimde bularak. Yaşanmışlıklar kabuk tuttuğunda ustaca yapılabildiği gibi acıtmadan ve kanatmadan ruhumu, suçluluk kumaşının oyalı kısmından mahrem yerlerimi de örtecek şekilde bedenimi saran bir entari dikiyorum. Artık küçük bıçak parçasını değil de kendimi suçlamayı biliyorum örneğin, kendimle ise gurur duyuyorum. "Onca bedeni ikiye ayırabiliyorsa, sigaradan simsiyah kesilmiş bir akciğere ulaşmak için açılan yolun çimentosunu dökebiliyorsa ya da bunun gibi şeyleri -ebiliyorsa (bugüne dek bir bistüri ile yapılabilecek 100 şey adlı bir yazı dizisi okumadığım için örnekleri çoğaltamayacağım); benim yüzeye yakın, yeşil damarlarımı parçalayıp atamaması" diyorum bir şeyleri idrak etmiş kişilerde gözlenen müthiş hafiflik duygusuyla ve ekliyorum "bu benim hatam. Beceriksiz aptalın tekiyim ben."...Şifonyerin kulpu kopmuş ikinci çekmecesini parmaklarımı iki yanına kanca gibi geçirip gıcırdatarak kendime doğru çektiğimde içinde en az bonbonlar, drajeler kadar masum gözüken, kutularından firar edip ahşaba yayılmış, süslenerek gittikleri bir renk karnavalı dönüşe kendilerine rastladığım hapları görüyorum. 'Hayatım'da ilk kez irkilme duygusu vücudumu saran reseptörlere dek işliyor bedenime. Başta midemi kemiren kurtçuklar yerini çürük dişli piranhalara bırakıp da ben midemin, böbreklerimin hatta rahmimin lime lime olup, geniş gözenekli cildimden pul pul dökülüşünü ucuz filmlerin özensizce çekilmiş sahnelerinden herhangi birinin tekrar tekrar canlandırılışı gibi sıkılarak izliyorum. Bedenim artık fesleğen değil, mangaldan yükselen yanık et kokuyor. Kor aleve dökülen bir kova suyun peydahladığı kara dumanlarımın içinde yönetmenin kendini bilmez sesini duyuyorum: "Kestiiiik!". Çocukluk yıllarımdan beri içinde olduğum bu masum zihin oyunlarına alışmışlığın verdiği umursamazlıkla gevrek gevrek gülümsüyorum. En yakın çocukluk arkadaşım düzgün olmayan bir altıgen. Onun elinden tutup zeytin yeşili birkaç apartmanın sakinlerinin sakinliklerini daha fazla ne kadar koruyabileceğini test etmek için zillerine basıp kaçmak için koşuyorum. En büyük yaramazlıklarımın ardından bunun ne denli masum olduğunu da artık biliyorum zaten, rahatsızlık verdiğim o insanlardan utanmıyorum. Tek başına işlenen suçların yükünü de tek başına omuzlaması gerektiğini görüyorum insanların. Beynimin beni neden üzmek istediğine bir türlü anlam veremeyerek ikinci çekmecenin bana getirdiklerini düşünmeye başlıyorum acı acı. Ağzımda biber tadı.Cenin pozisyonunda yattığım yataktan karın ağrısıyla kenidimi yere atıyorum. Sürünerek cama ulaşıyorum ve soğuk hava yüzünden buz tutmuş cam karşısında yeşil, buruşuk suratımda boncuk boncuk ter damlalarıyla dua etmeye çalışırken yürek değil ama kulak parçalayan çığlıklarım, sağ mı yoksa sol mu olduğunu şu an hatırlayamadığım titrek elimle camı açışım, kar topu oynayan arkadaşlarıma sesimi duyurabilme çabalarım... Kahkahalarının arasında eriyen bağırtılarım ve göz göre göre ölümüme neden olacaklarının yarattığı haklı sinirle (çünkü ben asla intihar etmemiştim ya(!), öldüğüm takdirde suç onların olacaktı) onları ebelerine dek anışım. Hastanede gırtlağımdan aşağı dokularımı zedeleyerek inen matkap tadındaki boru. Acı. Ben küheylan gibi naralar attığımı sandığım sırada yalnızca kedi yavrusu gibi iniltiler çıkarmış olduğumu öğrendiğim an -ki bu en kötüsüydü-, ambulanstan yayılan siren sesleri, ıslak çoraplarını değiştirmek için odaya gelen arkadaşım, şırınga, yerde yatan hantal bedenim, beyaz önlükler (Ciddi bir zaman kayması yaşıyorum işte bu sefer de!)......Yaşam... Çok kararlı olduğunu sandığın bir anda sırf suç ortaklarının yataklık yapmamasından dolayı bana ikinci hatta üçüncü kez bahşedilmiş pamuk şekerinden bir armağan. Artık sihirli sandığımda sakladığım...