27 Nisan 2009 Pazartesi

Papaz Kaçtı?

Çıtırtılar duyuyorum...Kulaklarımın yanı sıra yüzümü gözümü sağır edecek denli sessiz, büyük çıtırtılar. Dünyaya merhaba diyebilmek için kabuğunu kırmaya çalışan bir civciv gibi yüreğimin çeperine abanıyor deli kızım. Bu kez hayat için, hayata tutunmak için. Ağaçların siyah, insan suretlerinin gri olduğu yere gitmekten korkarak......Soyulmuş boyasından amber rengi kalıntıları fışkıran emektar şifonyeri acemi darbelerle vişne çürüğünün en kötü tonuna bürüdüğüm günü hatırlarken bir yandan da sıkışmış üst çekmeceyi ustaca bir hamleyle kurtarıyorum. Sapının bir yanı kırılmış kör makasın, bir zamanlar insanların nasıl olup da takabildiğine aklımın ermediği demode gözlüklerin kutularının, renk renk iplik makaralarının ardına saklanmaya çalışan ve muhtemelen annemin nefret ederek tuttuğu bayramın ilk günü nöbetlerinden birindeki 'acil' ameliyatlardan getirdiği bayandan, az kullanılmış, ikinci el bistürilerden birini papaz kaçtı oynarken daha ilk elde papazı çeken sonra da ondan bir türlü kurtulamayan o talihsiz insanların tüm bunlar yaşanmadan evvel sahip olduğu, gözlerini ışıldatan özgüvenlerinin benzeriyle alıyorum. Sanki ağzımı açsam koyu kıvamlı salyalara bürünmüş güven duygusu bardak bardak boşanacak. Elimde bu kez oldukça eğreti duran bistürinin ne denli parlak olduğunu bir yanını öbür yanına çevirirken gümüş kaplamalı dişleriyle iğrenç iğrenç sırıtan ağzını görünce iyiden iyiye anlıyorum. Yarattığı yoğun ışık art arda sıralanmış tekila shotlar gibi kafa bulduruyor bana ve beyin hücrelerimden bazıları dudaklarının kenarında kalan tuzu iyice emdikten sonra kafatasımın karanlık ve kuytu köşelerinde çoktan sızıyor. Zor da olsa hala ayakta durabilenler sayesinde doğruluğunu garanti edemeyeceğim birtakım düşüncelere saplanıp kalıyorum."Aptal!" diyorum oldukça sert bir ses tonuyla, bir vakitler mürdüm renkli, pinhan uykuya dalamayışımın suçunu kendimde bularak. Yaşanmışlıklar kabuk tuttuğunda ustaca yapılabildiği gibi acıtmadan ve kanatmadan ruhumu, suçluluk kumaşının oyalı kısmından mahrem yerlerimi de örtecek şekilde bedenimi saran bir entari dikiyorum. Artık küçük bıçak parçasını değil de kendimi suçlamayı biliyorum örneğin, kendimle ise gurur duyuyorum. "Onca bedeni ikiye ayırabiliyorsa, sigaradan simsiyah kesilmiş bir akciğere ulaşmak için açılan yolun çimentosunu dökebiliyorsa ya da bunun gibi şeyleri -ebiliyorsa (bugüne dek bir bistüri ile yapılabilecek 100 şey adlı bir yazı dizisi okumadığım için örnekleri çoğaltamayacağım); benim yüzeye yakın, yeşil damarlarımı parçalayıp atamaması" diyorum bir şeyleri idrak etmiş kişilerde gözlenen müthiş hafiflik duygusuyla ve ekliyorum "bu benim hatam. Beceriksiz aptalın tekiyim ben."...Şifonyerin kulpu kopmuş ikinci çekmecesini parmaklarımı iki yanına kanca gibi geçirip gıcırdatarak kendime doğru çektiğimde içinde en az bonbonlar, drajeler kadar masum gözüken, kutularından firar edip ahşaba yayılmış, süslenerek gittikleri bir renk karnavalı dönüşe kendilerine rastladığım hapları görüyorum. 'Hayatım'da ilk kez irkilme duygusu vücudumu saran reseptörlere dek işliyor bedenime. Başta midemi kemiren kurtçuklar yerini çürük dişli piranhalara bırakıp da ben midemin, böbreklerimin hatta rahmimin lime lime olup, geniş gözenekli cildimden pul pul dökülüşünü ucuz filmlerin özensizce çekilmiş sahnelerinden herhangi birinin tekrar tekrar canlandırılışı gibi sıkılarak izliyorum. Bedenim artık fesleğen değil, mangaldan yükselen yanık et kokuyor. Kor aleve dökülen bir kova suyun peydahladığı kara dumanlarımın içinde yönetmenin kendini bilmez sesini duyuyorum: "Kestiiiik!". Çocukluk yıllarımdan beri içinde olduğum bu masum zihin oyunlarına alışmışlığın verdiği umursamazlıkla gevrek gevrek gülümsüyorum. En yakın çocukluk arkadaşım düzgün olmayan bir altıgen. Onun elinden tutup zeytin yeşili birkaç apartmanın sakinlerinin sakinliklerini daha fazla ne kadar koruyabileceğini test etmek için zillerine basıp kaçmak için koşuyorum. En büyük yaramazlıklarımın ardından bunun ne denli masum olduğunu da artık biliyorum zaten, rahatsızlık verdiğim o insanlardan utanmıyorum. Tek başına işlenen suçların yükünü de tek başına omuzlaması gerektiğini görüyorum insanların. Beynimin beni neden üzmek istediğine bir türlü anlam veremeyerek ikinci çekmecenin bana getirdiklerini düşünmeye başlıyorum acı acı. Ağzımda biber tadı.Cenin pozisyonunda yattığım yataktan karın ağrısıyla kenidimi yere atıyorum. Sürünerek cama ulaşıyorum ve soğuk hava yüzünden buz tutmuş cam karşısında yeşil, buruşuk suratımda boncuk boncuk ter damlalarıyla dua etmeye çalışırken yürek değil ama kulak parçalayan çığlıklarım, sağ mı yoksa sol mu olduğunu şu an hatırlayamadığım titrek elimle camı açışım, kar topu oynayan arkadaşlarıma sesimi duyurabilme çabalarım... Kahkahalarının arasında eriyen bağırtılarım ve göz göre göre ölümüme neden olacaklarının yarattığı haklı sinirle (çünkü ben asla intihar etmemiştim ya(!), öldüğüm takdirde suç onların olacaktı) onları ebelerine dek anışım. Hastanede gırtlağımdan aşağı dokularımı zedeleyerek inen matkap tadındaki boru. Acı. Ben küheylan gibi naralar attığımı sandığım sırada yalnızca kedi yavrusu gibi iniltiler çıkarmış olduğumu öğrendiğim an -ki bu en kötüsüydü-, ambulanstan yayılan siren sesleri, ıslak çoraplarını değiştirmek için odaya gelen arkadaşım, şırınga, yerde yatan hantal bedenim, beyaz önlükler (Ciddi bir zaman kayması yaşıyorum işte bu sefer de!)......Yaşam... Çok kararlı olduğunu sandığın bir anda sırf suç ortaklarının yataklık yapmamasından dolayı bana ikinci hatta üçüncü kez bahşedilmiş pamuk şekerinden bir armağan. Artık sihirli sandığımda sakladığım...

Hiç yorum yok: